Friday, December 28, 2007

yavaş gel...

Sağa sola bakınıyordum bir şeyler arar gibi, hani sanki birini yarım saattir bekliyorsun da ona bakınıyormuşsun gibi. İçimdeki büyü dağılmıştı sanki, damarlarıma enjekte edilen mutluluk yavaş yavaş çekiliyordu adeta. Giderek bu durum sinirimi bozmaya başlamıştı, oturduğum yerdeki kumları topuklarımla ezerek iterek acısını onlardan çıkarıyordum.

Şimdi nereden çıkmıştı bu mesaj? Ne anlamı, ne gereği vardı? Ya da ben mi yine gereksiz yere kafama fazla takıyordum? Normal şartlarda olsa belki bu kadar sallamazdım bile, bunalım çemberinde her daim dönen bir insan için bu neydi ki?

Bu kadar kafamı takmamın tek nedeni, tek açıklaması vardı; o da, bu güzel serüvenin, hesapsız-kitapsız başlayan bu tatlı rüyanın ucuz bir karabasanla bitiyor olmasıydı. Esasen bunun kararını verecek olan yine bendim, belki de bu serüveni zoraki sürdürebilirdim. Ama o huzur yoktu artık. Elime telefonu tekrar aldım, yine mesajı okudum; "Lan oğlum nerelerdesin? Manyak kadın seni mahkemeye vermiş, bugün ta okula geldi. Hemen beni ara."

Okula girdiğim ilk zamanlarda bir eve yerleşmiş, daha sonraları ise ev sahibi ile anlaşamamış, evden çıkmıştım. O ev benim için hep buhran doluydu, bir tane bile güzel anı alamadım yanıma o odalardan, hep kasvet dolu idi. Sırf ucuz diye tutmuştum; ne adam gibi bir şekli, ne de havası, adabı vardı.

İçeriye girildiğinde hemen basık evdeki ağır havanın kokusu buruna gelirdi, kasvet buram buram, koridora adım attığında hisediliyordu. Benden bir süre önce İran vatandaşı üç genç kalmış, duvarları baştan aşağıya laciverte boyamış, adeta hücreye çevirmişlerdi. Bunu evsahibinden ilk duyduğumda boyadan ziyade İranlıların burada ne aradığı olmuştu aklıma geliveren, kafamın bir köşesinde yer etmişti bu soru. Cevabını hiç bulamadım.

Evin dışının da içinden pek farkı yoktu. Çok eski bir bina, yanda komşu olarak bir o kadar eski, yaşlı ötesi bir kadın vardı. Kapıdan çıktığımda her karşılaşmamızda o nursuz suratını yüzüme diker, biraz evvel sanki yüzüne küfretmişim gibi bakardı... Yüzünü beş karış asıp dudaklarını büker, zerre konuşmazdı, zaten sesini de zerre merak etmezdim. Beni hiç sevmemişti, benden sonra o eve gelecek öğrenciyi de hiç sevmeyecekti.

Hemen altta evsahibim otururdu. Beni merdivenlerde her yakaladığında ya gürültüyle, ya elektrikle, ya suyla, ya parayla ilgili bir şikayet yaratır ve susmazdı... Evet, yukarıdaki komşunun tam aksine, hiç susmazdı. Önceleri bazen konuşur tartışır, bazen de suyuna giderdim. Ama daha sonra o kadar baymaya başlamıştı ki, kadın konuşurken otomatiğe alıp "evet... evet" der, basıp giderdim. Tek yapacağım, yeni ev bulanma kadar dayanmaktı.

Evden taşındığımdan itibaren kurtuldum sanmıştım, nâfile, o da olmamıştı; ikna ederek, anlaşarak çıkmama rağmen mahkemeye gidecek kadar arızalı biriydi. Ne mahkemeye verilmek, ne de illet kadın, hiç biri umrumda değildi, sıkıntım-sinirim üç kuruşluk mutluluğumun içine edilmesiydi, başka da birşey değil.

Hayattaki duruşumun, hayata bakışımın ve hayatı yaşayışımın hiç bir zaman iyi olmayacağını hisettim, "her güzel şeyin sonu vardır" derler ya, bu cümlenin bile benim için çok olduğunu düşündüm. Güzel şeyler daha başlamadan bitiyordu, sıkıntı ve bunalım sarmalı her geçen zamanla daha da büyüyordu. Sebep veya sebepler ne olursa olsun, mutlaka bir şey çıkıyordu önüme. Düşündüm. "Şu anda o kadın olmasaydı başka bir şey, hayatın başka bir cilvesi çıkacak" gibi düşündüm.

Huzuru oturduğum yere bırakarak kalktım. Ellerime ve üzerime bulaşan kumları silkeledikten sonra azımdan sadece iki kelime dökülüvermişti:
--LANET OLSUN!

No comments:

 
eXTReMe Tracker