Monday, November 24, 2014

Ümit Kurt: "İspanya'da bedava oynarım"

Ümit Kurt: "İspanyada bedava oynarım"
Fatih Terim'in Millî Takımımızdaki alternatif stoperlerden birisi. 23 yaşında olmasına rağmen Ankaragücü'nde oynadığı dönemde yaşadıkları onu erken olgunlaştırmış. Roberto Carlos da on birin en genci olmasına rağmen ondan Sivasspor'a liderlik yapmışını istiyor. Süper Lig'deki ilk maçında gol atan ve aynı maçta ayağı kırılan, üniversitede antrenörlük bölümünden mezun olan, 21 yaşında alt ligden gittiği Sivasspor'da Rajnoch, Navratil gibi tecrübeli stoperleri yedek bırakan genç oyuncu, hayalindeki İspanya Ligi'nde oynayabilmek için paradan vazgeçeceğini söylüyor.

Transfer döneminin gözde oyuncularından biri olan ve A Millî Takım'ın kadrosunda ilk kez yer alan Ümit Kurt'u yakından tanımak istiyoruz.

1991 yılında Osmaniye'de doğdum. Ailem hâlâ orada yaşıyor. Babam BOTAŞ'ta gemide makine zabiti olarak çalışıyor, annem ise ev hanımı. 1995 doğumlu erkek kardeşim Furkan Kurt,Osmanlıspor'unA2 takımında oynuyor. Stoper ve sağ bek olarak görev yapıyor. Bir de liseye giden kız kardeşim var.

Futbola ilgin ne zaman ve nasıl başladı?

Futbola babamın sayesinde başladım. Zaten futbola büyük bir ligim vardı. Bir de bronşit hastasıydım. Futbola ilgimi fark eden ve hastalığı yenmem için de spor yapmam gerektiğini düşünen babam beni Osmaniye'deki futbol okuluna yazdırdı. Bu konuda da şanslıydım çünkü okulu kuran eski profesyonel futbolcu İbrahim Şahin babamın yakın arkadaşıydı. Beni yetiştiren hoca da İbrahim Şahin'dir zaten. 9 yaşından 16 yaşına kadar o okulda futbol eğitimi aldım. Okulun A Genç ve B Genç düzeyindeki takımlarında oynadım, birçok şampiyonluk yaşadım. Daha sonra İbrahim Şahin Hocam bağlantılarını kullanarak beni Ankaragücü'ne gönderdi. Ankaragücü'nde altyapı sorumlusu Arif Peçenek'ti. Bir hafta B Genç takımla antrenmanlara çıktım. Takımın başındaki Muammer Özdemir Hoca beni beğendi. O sırada lise 2. sınıftaydım. Kaydımı Osmaniye'den Ankara'ya aldırıp Ankaragücü'nün B Genç takımında oynamaya başladım.

Futbolla eğitimi birlikte sürdürebildin mi?

Biraz aksamalar olsa da üniversiteyi bitirdim. Kırıkkale Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu'ndan antrenörlük bölümü mezunuyum.

Ankaragücü'nde çok karışık bir dönemde futbol oynadın. Takımın tüm oyuncuları ayrılınca kulüp yoluna genç oyuncularla devam etmek zorunda kaldı ve bu da o oyuncular için bir şans oldu değil mi?

Evet, o dönem genç oyuncular için şans oldu ama ben daha öncesinde de A takımla antrenmanlara çıkıyor, kadroda yer alıyor ve zaman zaman da oynama şansı buluyordum. Yani o kaos dönemi yaşanmasa da takımın bir parçası haline gelmiştim. Ama takım dağıldıktan ve maddi sıkıntılar başladıktan sonra diğer genç arkadaşlarımız adına da büyük bir şans doğdu ve o oyuncular da gereken performansı göstererek hak ettikleri yerlere geldi.

Süper Lig'deki ilk maçından söz eder misin?

Olimpiyat Stadı'nda İstanbul Büyükşehir Belediyespor'a karşı oynamıştım. Bana ilk şans veren teknik direktör Mesut Bakkal'dı. O maç öncesi öyle heyecanlıydım ki, Mesut Hoca beni sakinleştirmek için, "Bu maçta kendi kalene gol atsan bile sana kimse bir şey söyleyemez. Ben sana o kadar güveniyorum" demişti. İlk kornerde ileri çıkmış ve kafayı vurup golü atmıştım. Dünyalar benim olmuştu. Golden sonra Mesut Hocaya öyle bir koşmuştum ki, maçın içinde öyle bir depar atmamışımdır. Üç dakika sonra da fibula kemiğim kırıldı. Hiçbir darbe de yoktu. Sıçradıktan sonra ayağımın üzerine ters düştüm. Ligin bitmesine 6 hafta vardı. İyileştim ama bu sefer de ayak bileğim kırıldı. Allah'tan o sezon ligler 1 ay geç başladı da bana ilaç gibi geldi. Ligin dördüncü haftasına yetiştim. Ziya Doğan Hocam beşinci haftada Gençlerbirliği maçının kadrosuna aldı beni. Hatta ertesi hafta da Galatasaray maçında hava hâkimiyetimden dolayı forvet oynatmayı bile düşünmüştü. Sonrasında Ziya Hoca bıraktı, Hakan Kutlu takımın başına geldi.
Genç oyunculardan kurulu o takımla verdiğiniz mücadeleden söz eder misin? Yaşadığınız şey çok farklı bir tecrübeydi...

Gerçekten de hiçbir futbolcunun yaşamaması gereken şeyleri yaşadık. Tesislerde yiyecek yemek, içecek su bulamıyorduk. Oyuncular birbirlerinden borç almaya başlamıştı. Herkesin ödemeleri vardı ama para yoktu. Bu işin maddi tarafı. Bir de manevi tarafı var tabiî. Maça çıkıyoruz, yanımızda başkan yok, yönetici yok, bize destek verecek kimse yok. O dönemde sağ olsun taraftarlarımız aralarında para toplayıp getiriyordu da kendimize yiyecek alıyorduk. Yaşım çok genç olmasına rağmen ben de takıma kaptanlık ve abilik yapıyordum. Tabiî şimdi bakınca o dönemleri yaşamanın faydasını da görüyorum. O sıkıntılar insanı pişiriyor, olgunlaştırıyor. Daha 23 yaşındayım ama sanki 30 yaşındaki oyuncuların olgunluğuna sahibim.

Başlangıçtan beri stoper mi oynuyorsun?

Osmaniye'de sol açık ve sol bek oynuyordum. Ziya Hocam da beni zaman zaman sol bek oynatmıştı. Onun dışında hep stoper oynadım.

İdollerin, beğendiğin oyuncular var mı?

Çok beğendiğim ve takip ettiğim tek oyuncu Sergio Ramos. Agresifliğini ve soğukkanlılığını çok takdir ediyorum. Arkadaşlarım ve hocalarım benim de o tipte bir oyuncu olduğumu söylüyor.
Aslında top rakipteyken agresif olup topu ayağına aldıktan sonra soğukkanlı kalmak çift kişilikli olmak gibi bir durum. Bunu nasıl başarıyorsun?

Bana göre iyi defans oyuncularının en önemli özelliği budur. Topu kazanırken agresif olmak, topu kullanırken sakin kalmak. Bunu başarabilenler fark oluşturuyor. Ben de böyle bir oyuncu olmaya çalışıyorum. Topu kullanma özelliğimi biraz daha geliştirebilirsem çok daha iyi yerlere gelebileceğimi düşünüyorum.

Ankaragücü'nden Sivasspor'a transferin nasıl gerçekleşti?

Aslında baya sıkıntılı bir süreçti. Beşiktaş o dönemde beni alternatif stoper olarak düşünüyordu. Gençlerbirliği ve İstanbul Büyükşehir Belediyespor'la da görüşmüştük. Ancak sonrasında Rıza Çalımbay Hoca beni arayınca Sivasspor'a gitmem gerektiğine karar verdim. Çünkü Rıza Hoca bana, "Seni direkt oynatacağım. Sende bu kapasiteyi görüyorum" demişti. Bildiğiniz gibi her futbolcu oynamak ister. Ben de oynatılma garantisini alınca Sivasspor'un teklifini ikiletmedim.

Sivasspor'da stoper bölgesinde oldukça tecrübeli yabancılar varken onları yedek bırakmayı başardın.

Dediğiniz gibi Rajnoch ve Navratil gibi ülkelerinin millî takımlarında oynayan tecrübeli stoperler vardı ama ben alt ligden gelmeme rağmen ilk on birde oynamayı başardım. Biraz önce belirttiğim gibi Rıza Hoca zaten en baştan bana bunu söylemişti. Kamp dönemini Sivasspor'da geçirdim ve o dönemde çok iyi çalıştım. Buna rağmen ilk maçıma çıkmadan önce Rıza Hoca beni dört defa toplantıya çağırdı. Ben takıma katılmadan önce Sivasspor kupada Fenerbahçe'ye yenilmişti. İkinci maçı Bursaspor'la oynuyorduk ve çok kritik bir müsabakaydı. Hoca bana "Bu maçı da kaybedersek gruptan çıkma şansımız kalmayacak. Bu maçta ister tribünde, ister kulübede otur, takımı tanı" dedi. Ben de hocaya, "Futbol Süper Lig'de de, 1. Lig'de de aynı, buraya oynamaya geldim, bana güven" karşılığını vermiştim. Rıza Hoca da bana güvendi ve oynattı. Gerçekten de çok iyi oynadım ve 2-1 kazandık. 21 günde 7 maça çıktım. Ama Trabzonspor maçında arka adalem yırtıldı. 5 hafta oynayamadım.

Formayı giydiğin günden beri o kısa sakatlık dönemi dışında hiç yedek kalmadın. Bu istikrarı neye borçlu olduğunu düşünüyorsun?

Düzenli antrenman yaptığınız, kendinize iyi baktığınız zaman hiçbir sıkıntı yaşamıyorsunuz. Ben düzenli yaşayan, iyi beslenen, iyi dinlenen bir oyuncuyum. Gençliğin getirdiği enerji sayesinde antrenmanlarda da iyi çalışıyorum ve çok şükür bu sayede istikrarlı bir çizgi yakaladım.

Seninle birlikte futbola başlayan pek çok arkadaşın bugün başka işler yaparken, sen Millî Takım oyuncusu oldun. Seni onlardan ayıran en önemli özelliğin ne olduğunu düşünüyorsun?

Bu soruya çalışma azmi, sabır ve sadakat diye cevap verebilirim. Hiç durmadan çalışıp gerisini Allah'a bırakacak ve sabırla bekleyeceksiniz. Sahip olduğunuz mesleğe sadakat duyacak ve ona göre yaşayacak, hocalarınızın, büyükleriniz söylediklerine de sadık kalacaksınız. Hocalar bir şey söylüyorsa mutlaka bildikleri bir şey vardır. Hep yaşları hem de bu süreçte yaşadıkları itibarıyla hocalar futbolculardan daha tecrübeli insanlar ve bu tecrübeye saygı göstermek, ondan yararlanmak gerekiyor.

Söz hocalardan açılmışken, futbol kariyerine e fazla etkileyen teknik adamlar kimler?

Beni A takıma ilk çıkartan hoca Ümit Özat. Ondan hocalığın yanında bir abi olarak da çok şey öğrendim. Bizim arkadaşımız gibiydi. Bana sanki 40 yıldır o takımın oyuncusuymuşum gibi davranıyordu. Onun sayesinde çok özgüvenliydim. Sonrasında beni Süper Lig'de ilk oynatan Mesut Bakkal var. Onun da müthiş bir antrenman tekniği var. Hem eğlenceli antrenman yaptırır hem de gerektiği kadar çalıştırır. Sonrasında Rıza Hoca ile çalıştım. Hem kişiliği ve karakteriyle hem de yaptırdığı antrenmanlarla müthiş bir insan. Sivasspor'dan ayrılsa da en azından haftada bir arar, kendisiyle görüşürüm.
Roberto Carlos gibi efsane bir futbolcu şu anda teknik direktörlüğünü yapıyor. Bize biraz ondan söz eder misin? Roberto Carlos'u farklı kılan özellikleri neler? Oyuna nasıl bakıyor? Futbolcularıyla ilişkisini nasıl düzenliyor?

Carlos'un ikili ilişkileri harika diyebilirim. Zaman zaman bizimle oyuna katılıyor. Brezilyalı oluşu bizim de işimize yarıyor. Çok rahat bir insan. İzin konularında ve antrenman programında bize karşı çok anlayışlı. Ama zaman zaman da çok sertleşebiliyor. Maça çıkmadan önce bize "Kendiniz gibi oynayın, keyif alın" diyor. Antrenmanları kendisinin de eski hocası olan Valmir yaptırıyor ve işi de oldukça sıkı tutuyor.

Roberto Carlos'un senden beklentileri neler? Hangi özelliklerini beğeniyor ve onları öne çıkarmanı istiyor?

Sahada liderlik yapmamı istiyor. Ankaragücü'nde de başıma aynı şey gelmiş, yaşım genç olmasına rağmen takıma liderlik yapmıştım. Şimdi de ilk on birin en genç oyuncusu olmama rağmen Roberto Carlos benden liderlik yapmamı bekliyor. Ben de elimden geldiğince bu beklentisini karşılamaya çalışıyorum. Birinci derecede agresifliğimi, ikinci derecede de tekniğimi beğeniyor. Sol ayaklı bir oyuncu olarak sağ ayağımı da kullanabiliyorum. Sivas'ta boş zamanım çok olduğu için bu konuda çalışma fırsatı da buluyorum.
Geçtiğimiz sezon çok gol atan ancak çok da gol yiyen bir Sivasspor vardı? Bir savunma oyuncusu olarak bunu nasıl değerlendiriyorsun?

Çok gol atmamızın nedeni, çok yetenekli oyunculara sahip olmamız. Çok gol yememiz ise oyun sistemimizden kaynaklanıyor. Hocamız bizden savunmayı öne çıkartarak oynamamızı istiyor. Bu sayede topa daha çok sahip olabiliyoruz ancak bu sistem riskleri de beraberinde getiriyor. Ben yine de geçtiğimiz sezon çok gol atıp çok gol yiyen Sivasspor'un seyir zevki sağlayan, herkesin beğenisini kazanan bir takım olduğunu düşünüyorum. Zaten yediğinizden fazlasını attığınız sürece bir sorun da yaşamıyorsunuz.
A Millî Takım kadrosuna seçilmeyi bekliyor muydun?

Bu sezon geçtiğimiz sezona oranla daha başarılı bir performans sergilediğimi düşünüyorum. Dolayısıyla Millî Takım'dan davet alacağım yönünde bir beklentiye de girmiştim. Millî Takım'a çağrıldığımı kulüpten söylediklerinde büyük bir mutluluk duydum. Hemen annemi babamı aradım ve bu mutluluğumu paylaştım. Lig maçımız bittikten sonra bayram için yola çıkıp Osmaniye'ye gittim. Sabah birlikte kahvaltı yaptıktan sonra da Millî Takım kampına katıldım. Yani bayramda ailemden uzak kaldım ama Millî Takım'da olmak her şeye değer diye düşünüyorum.

Yeni bir oyuncu olarak kampta nasıl karşılandın?

Hiç yabancılık çekmediğimi söyleyebilirim. Bütün oyuncular son derecede sıcak davrandı. Olcay abiyle aram çok iyi. Zaten Bilal abiyle Ankara'dan tanışıyorum. Arda abi olsun, Mehmet Topal abi olsun bana yakın ilgi gösterdi.

Riva Tesisleri'ni nasıl buldun?

Bu kalitedeki tesisleri bir tek Ankara'da görmüştüm. Ankaragücü'nün 100. yılı için yaptırılan tesisler gerçekten de harikaydı. Riva'ya geldiğimde de aynı şekilde etkilendim. Tesislerin dizaynı ve yemekler mükemmel. Ortam son derece sakin ve çalışmaya müsait. Burada sadece işinize odaklanabiliyorsunuz.

Fatih Terim'le ilk kez çalışıyorsun. Hocanın senin üzerinde bıraktığı ilk izlenimler nedir?

Fatih Hoca bu ülkenin futbol duayeni. Onunla çalışma fırsatı bulmak benim için büyük bir şans. İnşallah kendisiyle uzun süreli çalışma fırsatı bulurum. Dilerim bundan sonra hep birlikte oluruz.

Bu sezon başında adın büyük takımların transfer listesindeydi. Gelecekle ilgili kariyer planlamanda neler var?

Aslında mukavelem gelecek sezon sonunda bitiyor. Devre arasından önce başkanımızla oturup konuşacağız ve sözleşmem hakkında bir karara varacağız. Benim hedefimse İspanya Ligi'nde oynamak. Bu konudaki fikrimi Roberto Carlos'a söylediğimde, "İspanya'da ekonomik kriz var. Orada büyük paralar kazanamazsın" dedi. Ben de kendisine, "Para istemiyorum ki" cevabını verdim. Gerçekten de geçinecek kadar bir ücret karşılığında orada oynarım. Önemli olan İspanya Ligi'nde oynayabilmek. Sonuçta orada 2-3 sezon forma giysem, sonrasında para da kazanırım.

Futbolun dışında nelerle uğraşıyorsun?

Sivas'ta iki muhteşem köpeğim var. Biri Alman kurdu, diğeri Golden. Onlarla birlikte yaşayabilmek için müstakil ev tuttum. Birlikte oyunlar oynuyoruz, şakalaşıyoruz. Kitap okumayı da seviyorum. Daha çok başarı hikâyeleri okumayı tercih ediyorum. Bir de takım arkadaşlarımla birlikte Kızılırmak'a balık tutmaya gidiyoruz.

Friday, November 14, 2014

4 yemek için 4 milyon verdik - Bilgin Gökberk

 
Dolar 2,5, euro 3 olmuşken...

4 yemek için 4 milyon veren...
Bi 90'da 4 milyon yiyen
Ve parayı dolar olarak ödeyen tek ülke biziz herhalde.
Yine Guinness'lik olduk.


* * *


2 daha ver 1-0'a bağla bari.

Paramızla telef olduk.


* * *


Acı...
Ama gerçek.
Katar'dan beter olduk.
Artık üste  para verip oynuyoruz.
Ve...
Bunlar daha iyi günlerimiz.


* * *


Slogan engliş oldu mu huylanıyor insan.
'Bridge together' demişlerdi.
Hep beraber köprü möprü kuracağız zannettik.
Önce bi sevindik.
Bi heveslendik.
Sonra bi baktık ki;
'Be rich together'.
Mış.
Onlar 'rich' oldu.
Biz köprü olduk.
Üstümüzden geçtiler.
Olan bize oldu.


* * *


Bi tane daha uydurduk.
Discover the potential.
Ne demek?
Potansiyelimizi keşfet.
Gerek var mı?
Yok.


* * *


Potansiyel belli ve keşfedilmiş.
Eskiden yerin üstünde teker teker ölüyorduk.
Şimdi yerin altında topluca ölüyoruz.
Canımız için 4 kuruşluk cihazları çok görüyoruz.
Yerin 400 metre altındaki soyumuz sopumuz için 4 kuruş vermiyoruz...
Ve ölüyoruz.
Top'umuz  için güle oynaya 4 milyon veriyoruz.
Ve 4 yiyoruz.
Potansiyel bu.


* * *


Allah topumuzun müstahakını versin demenin de bi manası yok.
Vermiş zaten.


* * *


Elalem bizi  çoktaaaan discover etti.
Rahat olun.
Bizi bizden iyi tanıyor.
Biz her gece dizi izlerken...
Onlar bizi  dizi yaptı.
Yıllardır bizi izliyor.


* * *


The Potential'le devam edelim.
İzlanda da zaten discover etmiştik.
3 lük olmuştuk.
0'dık.
4 milyon verip bi daha test ettik.
25'de 2 lik...
45'de  3 lük...
90' da 4 lük olduk.
Bi daha discover olduk.
Ve artık emin olduk.
0'ız.


* * *


Almanlar bunlara ilk 25'de 4, 90'da 7 attı.
Allahtan onları getirmedik.
1-2 tane de odaları basılan  bizim almancı'lar hatırına  atarlardı.
1 düzine'ye bağlarlardı.


* * *


Devre arasında '4 daha verelim, 3 tane de biz atalım' diyebilirdik.
Demedik.
Bunu da akıl edemedik.


* * *


Galiba en mantıklısı...
Ya Cebelitarık'la oynamak...
Ya da Papa'ya din'ler arası anlaşma çerçevesinde hatır gönül takım kurdurup...
Bi onla bi Vatikan'la oynamak.
Maçları da Discovery Channel'ci arkadaşlara verirsin.
Hem daha bi anlamlı olur...
Hem de slogan'ına yarar.
Ve de daha  entellektüel bi ortamda keşfedilmeyi beklersin..
Aklıma şu anda başka bişey gelmiyor.


* * *


Türkçesi...
Sıfır'landık.
Ülkenin futbol organizasyonu resmen çöktü.
Maçlara gelen yok.
Tivi'den seyreden yok.
Güven yok.
İnanç yok.


* * *


Ki...
O kafa bulduğumuz Katar bile parayı senin gibi bi 90'da yemiyor, çarçur etmiyor biriktiriyor, ,gidip Fifa'ya  yatırıyor.
O bile dünya kupası alıyor.
Sen hala nasihat alıyorsun.
6 takımlı grupta 6'ncısın.
Puanın 1.
Bir.


* * *


Türkçesi...
Potansiyel de yok.
The Potantial de yok.


* * *


En kötüsü umut da yok.


* * *


Maç için 'ithal edilen' eline bayrak verilen milli seyirci bile 'YETER' diye bağıyor.
A'dan Z'ye futbolu yönetenlere, bu ülkenin kokuşmuş dibe vuran futbol sistemine tepkisini milli maç hatırına bu defa Neymar'ı, Brezilya'lıları alkışlayarak zarif bi şekilde gösterdi.
Yarın nasıl gösterir bilinmez.


* * *


İyi bişey yok mu?
Olmaz mı...
Var.
Pozitif bakarsak...
Çok cazip ve aranan bi takım olduk.
Bizle aynı gruba düşen bayram ediyor.
Bu fani dünyada rakiplerini uluslararası turnuvalara en iyi hazırlayan takımız.
Böyle bi misyon üstlendik.
Ve cuk oturdu.


* * *


Köşemizde oturuyoruz.
Kuralar çekiliyor.
Gruplar belli oluyor.
Sahaya çıkıyoruz.
Grubumuzdaki takımları Dünya-Avrupa şampiyonalarına bi güzel hazırlıyoruz.
Yolluyoruz.
Sonra efendice sessiz sedasız aralarından çekilip...
Yine köşemize dönüyoruz.
Böyle takıma can kurban.


* * *


Son 1 şey...
Uzatma kes, bizi 1 cümleyle özet'le bro derseniz.
Lost izleye izleye lost olduk bro'lar.
Ve ülkenin yarısı hala bunun farkında değil.


* * *


Nokta.


 
 

Tuesday, November 04, 2014

Zengin mahallenin Tanju'su


"Atletico Madrid'in stadında tribünün altından yol geçiyor" diyen çocuğa inanmamıştık o gün. Zaten stadyumun adının Vicente Calderon da olduğunu bilmiyorduk, Calderon'un Atletico Madrid'in eski başkanı da olduğunu. Bilgi bir tık ötede değildi. Gelişim Spor ile dünya futbolunu takip etmeye çalışan bir kuşaktık sonuçta. Onlar bu stadyumun fotoğrafını hiç koymamışlardı. Yıllar sonra altından yol geçen tribünde maç izlemek için geldiğimde uzun uzun o Madrid dışına giden otobana bakmıştım. O zamanların büyük golcüsüydü Marco Van Basten. 

Öyle koltuğu kurulup İtalya Ligi'ni izleyebildiğiniz yıllar değil ama attığı gollerin namı memlekete ulaşmış, zengin mahallelerin çocuklarının favori golcüsü olmuştu. Aşağı mahallenin çocukları da Tanju olurdu zaten. "Van Basten, Van Basten goolll" diye kalede duran topun sahibi çocuğun soluna topu vuran çocuklarla, Tanju-Rıdvan olan çocukların mahalle maçlarında kimse kimsenin aşil tendonuna, bileğine vurmaz en fazla gole gidene çelme takılırdı ama Van Basten'e vurdular. Bir stoper vurmuş olsa belki 28'inde "Bırakıyorum" demezdi ama liste uzundu: Pasquale Bruna, Nela, Galia, Ferri ve Alman Koehler... Futbolun, calcio, calcio'nun tekme manası taşıdığı ülkede ona acımasızca vurdular.



1986'da Ajax formasıyla Avrupa'da en çok gol atan isim olduğunda Milan'ın patronu Silvio Berlusconi'nin gözüne çoktan girmişti bile. Hollanda toprakları santrfor yetiştirmek için her zaman bereketli topraklardır ama mesele en iyi mahsülse onun adı Marco Van Basten'di. 37 gol attığı sezonun ardından Milan'ın yolunu tutarken, futbol tarihinin en iyi üçlüsü bir araya geldi: Van Basten-Gullit ve Rijkaard. Ondan iki sezon sonra 39 gol atıp Avrupa gol kralı olan Tanju Çolak ile Barcelona'nın stadı Camp Nou'da Şampiyonlar Kulüpler Kupası finalinde de kozlarını paylaşbilirlerdi ama buna engel olan da Hagi oldu. G.Saray, S.Bükreş'e yarı finalde elenirken, Santiago Bernabeu'da Real Madrid'in Hugo Sanchez ile bulduğu gole Van Basten ile cevap veren Milan, rövanşta San Siro'da İspanyolları Ancelotti, Donadoni ve üç Hollandalı asıyla 5-0 mağlup etmiş ve finale çıkmıştı. Gullit ve Van Basten ikilisi için Hagi'nin takımı kolay lokma oldu 89 Mayıs'nda. İkişer golle S.Bükreş'i dize getirip en büyük kupayı aldılar. Yetmedi ertesi sezon Bela Gutmann yüzünden lanetli kabul edilen Benfica'yı bir numaralı kupanın finalinde Viyana'da tek golle devirdiler. Gol Rijkaard'dandı ama asist doğduğu şehirden lakabını alan "Utrecht Kuğusu" Van Basten'dendi.

 Çok golcü geldi geçti ama kimse sahada onun kadar zarif değildi. Euro 1988'de Ruslara, üstelik de kalede Dassaev varken sıfırdan vurduğu vole, bugün çok insan için Maradona'nın İngilizleri ipe dizip attığı golün ardından dünyanın en güzel ikinci golü kabul edilir. Marco Van Basten iki gün önce 50 yaşına girdi. Yakın zamanda, kimilerine göre kalbindeki rahatsızlık nedeniyle kimilerine göre ise babasını kaybettikten sonra girdiği depresyondan çıkamadığı için çalıştırdığı AZ Alkmaar'da teknik adamlığı bıraktığını açıkladı. Hollanda futbolunun efsane ismi ve her daim patronu Cruyff, onu futbolculuğu zamanında Barcelona'ya getiremedi ama teknik adamlığında her tercihinde başrolde oldu. 

Ajax formasıyla altı yılda 133 maça çıkan, 128 gol atan ve 23 yaşında Milan'a gelen Van Basten, 1995'te izleyenlerin gözyaşlarına boğulduğu basın toplantısında "Bırakıyorum. Bileğim tedaviye cevap vermiyor" dediğinde 147 maça çıkmış ve 90 kez fileleri havalandırmıştı. Gullit ve Rijkaard ile forse ettiği o dönemin Milan'ı, Guardiola'nın 20 yıl sonra yarattığı Barcelona ile birlikte futbol tarihinin en mükemmel iki kadrosu olarak kabul edilir. Cruyff, Barcelona'da gücünü kaybedince onu Rijkaard'ın yerine getiremedi. Berlusconi istese Van Basten, Milan'ın teknik direktörü olurdu ama Hollandalı teknik adamlığında, ülkesinin sınırları içinde hapsoldu kaldı. Milan, onun gol attığı 85 maçı da kaybetmedi. O yıllarda Van Basten sakatsa, Milan puan kaybeder diyenleri her seferinde haklı çıkardı. Ne ezeli rakipleri Inter ne de amansız rakipleri Juventus taraftarından yıllar boyunca deplasmanda tek bir küfür yemedi, ıslık işitmedi.

Marco Van Basten klas adamdı ama aynı zamanda zor adamdı. Milan tesislerine bir gün Fiat Uno ile ertesi gün Lancia Turbo ile gelen Hollandalı, dişi ağrıyınca soluğu Amsterdam'da alırdı mesela. Berlusconi, çok istediği Vialli'yi Milan'a getirebilse, Van Basten, Sampdoria'nın yolunu tutacak ve Roberto Mancini ile ikili olacaktı ama transfer yattı. Maradona'ya göre o hırsının kurbanı oldu: "Van Basten tüm zamanların en iyi futbolcusu olmak için limitlerini zorladı ve bu yüzden acılar içinde kariyeri sona erdi." 100 metreyi 11 saniyenin altında koşan, piyano çalan, tenis dersleri alan, golf oynayan Hollanda'nın yetiştirdiği en güzel 9, kramponlarını astığı gün gazetecilere "Bana çok büyük futbolcu dediniz teşekkür ederim ama ben büyük bir takımın golcüsüydüm sadece, kötü maçlar da oynadım, çok da gol kaçırdım" dedi. Sekiz yıl önce Milano'ya geldiğinde her yeni transfer gibi o bildik cümleyi "Her zaman Milan'da oynamayı hayal etmiştim"i kurmamıştı ama sonraları bir gerçeği herkes öğrendi: Van Basten, 19 yaşında Amsterdam'da Ajax forması giyerken, Milan'ın santrforu Giuseppe Incocciati'nin formasını evinin duvarına asmıştı. 

Thursday, October 30, 2014

TCSPOR yazdırın parası neyse biz verelim - Bilgin Gökberk


Futbola her türlü 'siyasi şey'i gözümüze soka soka sokup...
Bi de cep'imize zorla 1 passo sokuşturulmak istenince...
Bu ülkede ilk defa ilginç ve hiç beklenmeyen bi şey oldu.

***

Millet birbiriyle alo'laşmadan, mesaj'laşmadan, twit'leşmeden face'leşmeden, mail'leşmeden tuhaf bi şekilde organize oldu...
Ve maçlara gitmemeye başladı.

***

Futbolla yatıp kalkan futbolla kafayı yiyen ülkede...
Şampiyonlar ligi, derbiler bile boş tribünlere oynanıyor.
Milli maçlarda stadın önünden geçenler içeriye yalvar yakar sokuluyor.

***

Mesaj açık ve net.
Millet diyorki:
Biz'den size artık passo.

***

Mesajı alan var mı?
Yok.
Var da...
Yok.

***

N'oldu da böyle oldu...
Yıllardır 1F (futbol) 1D (dizi) ile mışıl mışıl uyuyan bu millet n'oldu da aniden böyle uyandı.
Cin gibi oldu.

***

Bi dün'e dönelim, şipşak bi özet geçelim.
Hem unutmayalım hem unutturmayalım.

***

Fethiyespor sahaya Atatürk'le çıktı.
İzin almadıkları ortaya çıkınca...
Yöneticisi dediki:
Sahaya 'Yüce Atatürk' yazısı ile çıkmamıza izin verilmeyeceğini bildiğimiz için izin almadık, sanırım mesaj yerine ulaşmıştır.

***

Daha ne desin?
Ne günlere gelmiştik...
Tc'nin liginde sahaya Atatürk'le çıkmak için izin gerekiyordu.

***

Mesaj yerine ulaştı.
Daha önce sahaya giren hiç bi siyasi mesaja tepki ver(E)meyen Tff dediki:
"Tüm dünyada futbol sahalarının yalnızca futbolun oynandığı ve izlendiği alanlar olması hedeflenmektedir.
Fethiyesporun uluslararası futbol oyun kurallarına aykırı şekilde saha içinde hepimizin milletçe sahiplendiği değerleri, sadece kendilerine mal ederek tartışma yaratmak için kullandıkları görülmüştür".
Suçu buydu Fethiye'nin.
Ve Pfdk'ya sevk edildi.

***

Tff böyle diyordu da...
Hikayeydi tabii yine söyledikleri.
O aralar futbol sahalarında futboldan başka herşey oynanıyor...
İktidar yanlısı siyasi 'her şey' elini kolunu sallaya sallaya tribünlere, şeref tribününe hatta protokole giriyor...
Yayıncı hepsini arayıp buluyor yayınlıyor...
Her türlü siyasi mesaj veriliyor...
Yayıncı da tekrar tekrar veriyordu.
Ve...
Tff'den çıt çıkmıyordu.

***

O dün'lerde passo sistemi yoktu.
'Pas sistemi' vardı.
'Es sistemi' vardı.
Militan tayfa cep'lerinde mesajlar stada geldiğinde...
Pas geçiliyordu.
Es geçiliyordu.
Buyrun geçiniz deniyordu.

***

Türkçesi...
Bu millet sahaya durup dururken Atatürk'le çıkmadı.
Zıvanadan çıkınca çıktı.

***

Stadlara iktidar girdiğinde yayın devam edince...
Muhalefet girdiğinde önce ses sonra görüntü gidince...
Sahaya siyasi 'her şey' girince...
Fethiye de Atatürk'le girdi.

***

İyiki Fethiye girdi...
Onlar girmese..
Atatürk dirilip kendi girecekti.

***

Aynı günlerde...
Drogba ve Eboue de ölen efsanevi liderleri Mandela'yı sevgi-saygılarını belirtmek için sahaya Mandela'lı tişörtlerle çıktı.
İşler iyice karıştı.
Atatürk'le girene ceza versen...
Mandela'yla girene de vereceksin...

***

Üstelik ülkenin yarısı ayağa kalkmış.
Fethiyespor'un olası cezasını ödemeye hazır bekliyor.
Bi de Mandela'ya ceza versen ...
Dünya da ayağa kalkacak...

***

Allahtan Bakan işe uyandı araya girdi de...
Tff el mecbur şak diye 'u dönüş' yaptı.
Ve iş tatlıya bağlandı.

***

Futbolu yöneten malum kişilere inanç güven ilk o günlerde sıfır'landı.
Sezon da böyle bitti.

***

Sonra bi cin fikirli'nin aklına passo geldi.
Gireni çıkanı fiş'leriz, ayıklarız filan dendi.
Kabul gördü.
Ve bu sezona passo'yla girildi.
Milletin yarısı'nın ayarı öyle bozulmuştu ki...
Sistemi daha ligin başında fena çökerttiler.

'YENİ ÜLKE'NİN 'YENİ' TAKIMLARI
Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor da bu yeni trend'e uymuş.
Adını değiştirmiş.
Amedspor olmuş.
Normal.

***

Yeni'lenen ülkede var oluş sebepleri sportif olmayan Belediye kulüpleri de yeni'leniyor.
Güncelleniyor...
Yeni'den şekilleniyor.
Yeni'lenen adlarıyla logo'larıyla amblemleriyle sahnedeki yerini daha güçlü kuvvetli alıyor...
Ve artık açık ve net saf tutmaya da başlıyor...

***

İbbspor, İbşfk olup...
Büyükşehir şantiyesi'nden Başakşehir şantiye'sine transfer olursa...
Ankara Büyükşehir şantiyesi'nin takımı Ankaraspor Osmanlıspor olursa...
Ali'ler Veli, Veli'ler Ali olursa...
Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor da Amedspor olur.

***

İstanbul'da, Ankara'da lige siyaset girince, Diyarbakır'da da giriyor.
Normal.
Tff de maşallah önüne geleni şak diye hala tescilliyor.
Ve...
Daha dün Fethiyespor sahaya bi kere daha Atatürk'le çıkıyor...

***

Son 2 şey...
Maçlara boykot bugüne kadar ki en fantastik seyirci dayanışması...
Bu bir.

***

Her kulüp para arıyor, sponsor arıyor.
Büyüğü küçüğü 3-5 veren buldu mu peşini bırakmıyor.
Gs basket'in sponsoru koca kulübü 1 milyon'a kapatmış.
Adını 100 yıllık Gs'ın yanına sadece 1 milyon'a yazdırmış.
Bizim gibi Atatürk ve Cumhuriyet demeden büyüyen, buna gerek duymayan bi neslin bile aklına neler geliyor bugünlerde.
Teklif şu;
Sponsor bulamayan, 3'e 5'e giden takımlar adının yanına TCspor yazdırsın yeter.
Neyse parası aramızda toplayıp biz veririz.
Hatta sponsorunun verdiğinin 3-5 katını da veririz.
Bu da iki.

***


Nokta.

Tuesday, October 21, 2014

Partizan - Kızılyıldız derbisi

Bu hafta sonu, her yıl gerek basında gerekse taraftar forumlarında günler, hatta haftalar öncesinden savaş borularının çalınmaya başlandığı, Dünyanın en mükemmel derbisi olduğuna kendimizi inandırmak istediğimiz Galatasaray – Fenerbahçe derbisini izleyeceğiz. Türkiye’deki derbi mantığı yıllardır tartışılır durur. Dürüst olmak gerekirse, Dünyanın diğer önemli –ve belki de gerçek- derbilerinin hemen hepsinin arka planında etnik, dinsel, siyasal veya sınıfsal sorunlar yatmasının, bizim derbilerimizi biraz güdük bıraktığını düşünürüz içten içe. Bir çırpıda gelir aklımıza: Protestan Rangers ile Katolik Celtic derbisi, Kral’ın takımı Real Madrid ile bağımsız Katalonya düşünün bayrakçısı Barcelona, zenginlerin River Plate’i ile ayak takımının Boca Juniors’ı, Pinochet’nin takımı Universidad ile Santiago’lu yoksulların yurdu Colo Colo, “Milyonların derbisi” Flamengo – Vasco da Gama, faşizmin simgesi Lazio ile göçmen takımı Roma derbisi, işçi sınıfının takımı West Ham United ile grev kırıcıların Millwall’u... Örnekler çoğaltılabilir.

Bu derbi zenginliğinde, bizim İstanbul takımlarının, aynı kentin takımları olmak dışında birbirini “boğazlayacak” farklılıklarının bulunmaması, belki de hep içimizi ezmiştir. Bu yüzden, özellikle son yıllarda, Galatasaray – Fenerbahçe derbileri, müthiş bir nefret körüklenerek, taraftarlarının birbirine düşmanlaşması ve tehlikeli olması üzerinden anlamlandırılmaya çalışılıyor. Ancak, konu tehlikeli olmak ise, Avrupa’nın göbeğinde, bu işi çok üst seviyelere çıkarmış başka bir derbiden söz etmek daha yerinde olacaktır. Üstelik bizimkiler gibi, onların maçı da bu hafta sonu. Yazımızın konusu: Belgrad muharebesi Partizan – Kızılyıldız derbisi (Sırpların deyimiyle, ölümsüz derbi anlamına gelen ‘Večiti derbi’ veya Avruplıların tabiriyle ‘Güneydoğu Avrupa Derbisi’.)

SOSYALİST YUGOSLAVYA’NIN GÜZEL İSİMLİ TAKIMLARI
Kızılyıldız (Crvena Zvezda), 4 Mart 1945’de, İkinci Dünya Savaşı’nın Müttefiklerin lehine döndüğü ve sonuna yaklaştığı dönemlerde, komünist partili gençler (Anti-Faşist Gençlik Birliği olarak da anılan “Savez komunističke omladine Jugoslavije”) tarafından kuruldu. Mayıs ayında savaşın sona ermesinin akabinde, 4 Ekim 1945’te, Tito’nun muzaffer Yugoslav Halk Ordusu da, savaş boyunca halkın sevgilisi oldukları isimleriyle, yepyeni bir takım kurdular. Böylece, Kızılyıldız’ın “halkın”, Partizan’ın ise “ordunun” takımı yakıştırmasıyla başladıkları uzun yolculuğun fitili ateşlenmiş oldu.

Bu yanıyla bakıldığında, her iki takım da Sosyalist Yugoslavya’nın ortaya çıkardığı değerler olarak sahneye adım attı. İsimleri ile (sosyalizmi bu denli çağrıştıran başka iki isim sanıyorum olamazdı), oynadıkları kolektif futbol ile, sahip oldukları müthiş altyapı düsturu ve birer futbolcu fabrikası olmaları ile (Partizan bugün hala Ajax’tan sonra Avrupa’nın en çok futbolcu yetiştiren ikinci takımı), iki takım da yeni sosyalist cumhuriyetin spor ve daha özelinde futbol algısının Avrupa ve Dünya nezdindeki birer izdüşümü oldular. Seksenli yılların sonuna dek devam eden bu durum, Yugoslav futbolunun bir “ekol” halini almasında, Yugoslavya milli takımının özellikle Avrupa Kupalarındaki başarılı oyununda, nihayetinde 1991 yılında Kızılyıldız’ın, Prosinecki’li, Pançev’li, Jugoviç’li, Savicevic’li kadrosuyla Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı (bugünkü Şampiyonlar Ligi) kaldırmasında kendini buldu.

İki takım, sadece Sırp bölgesinin değil tüm Yugoslavya’nın takımı oldukları gibi, Yugoslav futbolunu da domine ettiler. Öyle ki, 46 sene devam eden Yugoslavya Birinci Futbol Ligi’nde toplam 30 defa şampiyonluk kupasını kaldırdılar. İpi göğüslemeyi başaran diğer 5 takım ise (Hajduk Split, Dinamo Zagreb, Vojvodina, Sarajevo, Željezničar Sarajevo) geriye kalan 16 şampiyonluğu aralarında paylaşmak zorunda kaldılar.

Bu başarılı dönemin ardından, 1990’ların başında Yugoslavya İç Savaşı’nın patlak vermesi ile ülkenin olduğu kadar, bu takımların da kaderi baştan aşağı değişmiş oluyordu.

HALKLARIN KARDEŞLİĞİNDEN MİLLİYETÇİ HEZEYANLARA
Tito’nun ölümü sonrası hızla dibe vuran sürecin neticesi olarak 1990 yılı ve patlayan iç savaş, onyıllardır kardeşçe yaşamış Yugoslav halklarının çok kısa sürede birbirini boğazlar hale gelmesi, Avrupa’nın ortasında yaşanan feci kıyım, tüm ülkenin kaderini değiştirdiği gibi, Kızılyıldız ve Partizan takımlarını ve taraftarlarını da bambaşka bir yola soktu.

1990’da sahneye, öncesinde Yugoslav gizli servisinde de çalışmış, ancak sonrasında para ve şiddetin çekiciliği ile mafya işine girmiş, iflah olmaz bir Sırp milliyetçisi olan Zeljko Raznatovic (bilinen adıyla ‘Arkan’) çıktı. Arkan, Kızılyıldız’ın ateşli taraftar topluluğu Delije’nin lideri olmasının yanı sıra, kirli ilişkileri herkesçe bilinen, İtalya’da, Fransa’da, Belçika’da hapse girip çıkmış, İsveç’te iki elinde iki silahla mahkeme salonunu bastığı efsaneleri dilden dile dolaşan bir suç makinesiydi. İç savaşın başlangıcıyla beraber Arkan, son dönemlerde “Yugoslavya değil, Sırbistan!” sloganını şiar edinmiş, “Elimizde balta, nacak/dişlerimizin arasında bir bıçak/bu gece çok kan akacak” gibi şarkılarıyla şiddet eğilimi herkesçe bilinen Delije içinde yer alan güvenilir adamlarından ‘Kaplanlar’ adıyla bir milis gücü oluşturdu ve özellikle Bosna’daki ölçüsüz şiddetten, etnik kıyıma ve tecavüze kadar birçok savaş suçunda, bu grup başı çekti. Arkan ve onunla birlikte hareket eden “tribüncü” Kaplanların bu eylemleri, Yugoslavya İç Savaşı’nın en kirli sahnelerinin müsebbibi olmalarının dışında, Kızılyıldız’ın ve Delije’nin tarihlerine de silinmemek üzere derin yaralar bırakıyordu.

Partizan tarafında da durum, Delije’ler kadar sert bir biçimde ortaya çıkmadıysa da, çok farklı değildi. Yıllarca birbirine rakip olmuş iki taraftar grubu, konu milliyetçilik ve şiddet olduğunda çabucak ortaklaşıvermişlerdi. Partizan’ın taraftar topluluğu Grobari (Mezar Kazıcılar) de, Arkan’ın Kaplanları gibi –en azından bilindiği kadarıyla- savaşa ve kıyıma birebir katılmasalar da, bu dönemde tribünleri ve sokakları milliyetçiliğin ve savaş çığırtkanlığının alanı haline getirmişlerdi. Tito’nun her türlü etnisiteden arınmış güzel isimli çocuklarından, milliyetçi hezeyanlara sos olmuş birer savaş suçlusuna: Ne hazin bir son.

BELGRAD’IN ATEŞLİ TARAFTARLARI
Yugoslavya’nın bin parçaya bölünmesinin ardından oluşturulan Sırbistan Futbol Ligi, yirmi yıldır tamamen Partizan – Kızılyıldız sultasına girmiş durumda. Kızılyıldız’ın adını Osmanlı Yeniçeri Ocağına katılan Sırp askerlerinden alan ve takımla isimleri stadın kuzey tribününe bizzat kulüp tarafından yazılacak kadar özdeşleşmiş ‘Delije’si ile Partizan’ın kara mezar kazıcıları ‘Grobari’si de, buna paralel bir biçimde, ülkenin taraftar gündemini belirliyorlar. Partizan’ın Stadion Partizana’sı ile Kızılyıldız’ın Marakana Stadyumu arasında taş çatlasa 250 – 300 metre vardır. Belgrad’ı ziyaret etmiş olanlar bilirler: Bu iki stadın arasında geniş bir ana cadde ve muazzam düzlükte bir park bulunur. Rekabet de, “karargâh”larının coğrafi konumları da, maç günü meydan muharebesi yapmaya son derece elverişli. Partizan ve Kızılyıldız taraftarları da bunun hakkını vermekte pek cömert davranıyorlar. Sırbistan’da, bu iki takımın maçlarında, tribünlerin ateşe verilmesi ve maç oynanmaya devam ederken (evet, hakem beş dakika dahi durdurmuyor oyunu) itfaiyenin gelip yangını söndürmesi son derece doğal karşılanıyor. Maç günü bir Kızılyıldız taraftarının öldüresiye dövülerek hastanelik edilmesi veya bir Partizanlının dükkanının kundaklanması sıradan bir olay gibi konuşuluyor. Acıya böylesine bağışıklık kazanmış bu güzel topraklarda, futbol şiddeti haber değeri bile taşımıyor.

Partizan taraftarları –en azından dikkate değer bir kısmı-, iç savaş ve bölünme keşmekeşi sona erince, biraz daha eski enternasyonal kimliklerini dillendirir oldular. Hatta ara ara, bazı maçlarda Kızılyıldız taraftarları, Partizanlıların Sırp olmadıklarını iddia eden ve onlara “Türk” veya “Komünist” diye hakaret (!) eden pankartlar açıyorlar. Ancak Partizan tarafındaki bu görece iyileşmeyi, taraftarın tamamına genellememek gerek. Kızılyıldız cephesinde ise değişen pek bir şey yok; halen milliyetçiliğin kalesi olma görevlerine devam ediyorlar. Hal böyle olunca, özellikle yaralama ve kundaklama olaylarının başrolünde olduğu Partizan – Kızılyıldız rekabeti, son hızda ve kan revan içinde devam ediyor.

Sevgili Tanıl Bora, üç yıl evvel yazdığı bir yazısında, derbi için şu yerinde değerlendirmeyi yapmıştı: “Sırbistan’ın yirmi yıllık ufuneti: Milliyetçiliğin cinneti, savaş, savaş suçları... Hepsinin isi tozu bu derbiye sinmiş durumda. Ülkenin çıkmaya çalıştığı tecridin, içe kapanmanın hıncı ve hüznüyle beraber...” Bu hafta sonu oynanacak derbiye de, Avrupa’nın yalnız ve güzel şehri Belgrad’ın ve Sırbistan’ın yirmi yıllık ufunetini yere çalarak, şiddeti toprağın altına gömerek ve elbet, envai çeşit milletin bir arada dostça yaşadığı, insanlığın gördüğü en güzel ülkülerden biri olan ve adını andığınızda boğazınızı düğümleyen Tito’nun Yugoslavya’sına selam durarak gözlerimizi dikeceğiz.

Taraftar Olmanın Bedeli


Bir futbol maçını izlemenin bedelini 'harçlığımdan arttırdığımla' diye tarif ettiğimiz yıllar çok geride kaldı. Nereden baksanız 15 yıl işte. Sevmek basit olandı, sevdiğin iki renkle 90 dakika beraber olmak da... Baba, ağabey, amcanın elinden tutar ilk maçına gider sonra kendi başına gidecek kadar büyüdüğünde mahalle ya da okul arkadaşlarınla kale arkasının yolunu tutardın. Bilet gişeden alınır, derbilerde sabahlanır, kapılar açılıp kendini içeriye attığında yedi-sekiz saat beklemeyi göze alır, elinde seni oyalayacak akıllı telefonlar da olmadığından çekirdek çitler, jiletle kesilmiş ekmek arası kaşar peynirle ya da beş saat kaynamaktan kendinden geçmiş sosisliyle karnını doyururdun.

Derbilerde yarı yarıya tribünler, kombinelerle tarihe gömüldü. Artık herkesin bir koltuğu vardı, ister git ister gitme, koca bir sezon boyunca o koltuk senindi. Bir zaman sonra deplasman yasağıyla sevgilinin peşinden gitmek de hayal oldu. Gittiği maçın biletini yıllarca saklayanlar da koleksiyonlarının son nefesini e-biletle birlikte verdiler. Futbolu sevmenin, bir takımın peşinden koşmanın bedeli artık harçlıktan biriktirilen değil, bütün hafta harçlığa dokunmamaktan geçiyor, çalışanlar ise neredeyse iki aylık maaşlarını sezonluk kombineye yatırıyor.
Bizde böyle. Peki Avrupa'da da böyle mi, takdir sizin. Gelin Türkiye'den başlayan bir Avrupa turuna çıkalım. Fenerbahçe'de kale arkası tribünlerde kombine fiyatı 850 TL. En pahalı koltuk ise 8 bin 200 TL'den satıldı. Forma almak istiyorsanız ödemeniz gereken rakam 130 TL. Karnınız acıktı, bir sosisli 16 TL, kahve ise 5 TL. Galatasaray, TT Arena'da en ucuz kombineyi bu sezon 915 TL'den sattı. En pahalı koltuk ise Doğu tribününde 5 bin 500 TL. Kale arkası tribünde köfte-ekmek için 10 TL ödüyorsunuz ve bir soğuk içecek 5 TL. Forma fiyatları da ezeli rakibi Fenerbahçe ile aynı düzeyde. Yeni stadının bitmesini dört gözle bekleyen Beşiktaş taraftarı, Atatürk Olimpiyat Stadı çilesinden şimdilik kurtuldu. Kombine fiyatları bakalım, kale arkası 800 TL, en pahalı koltuk 4 bin TL. Trabzonspor'un vedaya hazırlanan stadı Hüseyin Avni Aker'de en düşük kombine fiyatı 600 TL, loca olmadığından numaralı tribündeki özel koltukların fiyatı ise 50 bin TL. Forma fiyatlarının tüm kulüpler için 100-130 TL arasında değiştiğini ve maç günü stadyum içinde 15 TL'den aşağıya karın doyuramayacağınızı ekleyeyim ve Kapıkule'den dışarıya çıkalım. İngiltere Premier Lig, dünyanın en popüler ligi, evet; Londra hiçbir zaman ucuz bir şehir olmadı ama bilet fiyatlarının son 10 yılda neredeyse 10 kat arttığı Ada'da artık taraftar da 'yeter' diyor. Arsenal, en ucuzu 3 bin 500 TL, en pahalısı 7 bin TL'lik kombinelerle taraftarının cebini en çok delen kulüp ama bu rakamlar bile İstanbul'un üç büyükleri ile aynı seviyede.

Emirates Stadı'na girerken maç günü dergisine 12 TL ödüyorsunuz, 10 TL'ye sandviç alıyor, 6 TL'ye çay içiyorsunuz. Forma fiyatları ise İngiltere'de Türkiye'den yüksek ancak Avrupa'nın diğer ülkelerinin altında. 20 kulüp de 150-180 TL arasında değişen rakamlara forma satıyorlar. Bu formaların sahadaki futbolcuların giydiği orijinal formalar olmadığını da unutmayalım elbette. Londra'da Chelsea ve Tottenham'ın en ucuz kombinesi 2 bin 400 TL. Manchester şehrinde ise Kırmızılar, Mavilerden daha fazla ödemek zorunda. Manchester United, en düşük kombineyi 1 bin 750 TL'ye satarken, en pahalı koltuk 3 bin 600 TL'yi geçmiyor. Yıldızlara milyar avro yatıran Manchester City ise ligde taraftarını en çok seven yönetime sahip bir kulüp. Bin TL'ye sattıkları kombine, ligin en ucuz kombinesi, üstelik en ucuz çay da onların stadında.
İspanya'da Barcelona her sezon 70 binin üzerinde kombine satıyor çünkü rakamlar şaka gibi... Camp Nou'da Messi-Neymar-Suarez üçlüsünü izlemek isteyenler bu sezon kale arkası kombinesine sadece 350 TL ödediler. El Clasico vakti turistlere bir maçlığına kombinelerini 500 TL'ya kiralayan üyelerin kombineyi bedavaya getirip üstüne kâr etmesi de bir İspanya gerçeği. İngiltere'deki maç günü dergisi geleneği Avrupa'nın diğer ülkelerinde yok ve büfe fiyatları da Türkiye ile aynı düzeyde. Forma fiyatları ise İspanya, İtalya ve Fransa'da 200 TL'den başlıyor. Real Madrid, Santiago Bernabeu'da kale arkası tribünde üçüncü katın kombinelerini 550 TL'den satarken, en pahalı koltuk 5 bin TL'den fazla değil.

Milano'da 80 bin kapasiteli San Siro'yu ortak kullanan Inter ve Milan'ın kale arkası tribünlerinde bir sezon boyunca maç izlemenin faturası yine bizim rakamların altında. İki kulüp de 600 TL'nin altında kombine satıyor, Berlusconi'ye yakın oturmak isteyen Milanlı iş adamları ise Avrupa'nın en pahalı koltuklar için 13 bin TL ödüyorlar. Fransa'da İbrahimoviç'i bir sezon boyunca seyretmenin bedeli bin 300 TL'den başlıyor. Paris Saint Germain'in en pahalı kombinesi ise 7 bin 500 TL. Almanya ise taraftarlar için bir cennet. Bayern Münih, kale arkası için kombineleri 380 TL'den satarken, Allianz Arena'da en pahalı koltuk iki bin TL'den fazla değil. Borussia Dortmund'un artık kült olan 'sarı duvar' lakaplı 25 bin kapasiteli ayakta maç seyredilen kale arkası tribününde maç izlemek isteyenler bir bilete 40 TL ödüyorlar ki; işte o da Alman gençlerin harçlığından arttırdığı paraya tekabül ediyor! Maça gittiğinde kuyruğa kaynak yapmayı hatırlayanlara selam olsun...

Thursday, October 16, 2014

Hayal satmayanı sevmezler hocam! ( Vahid Halilhodziç )

Kısa bir süre önce Trabzonspor Teknik Direktörü olan Vahid Halilhodziç'in yaptığı açıklamalar tepki çekti. Meslektaşlarının aksine gerçekleri ortaya koymaktan çekinmeyen ve realist bir çizgiyi ortaya koyan Vahid Halilhodziç'in söyledikleri lig öncesi çok önemli bir uyarıydı aslında: "Yakın bir zamanda 10 kişilik transfer oluşmasını bekliyorum. Farklı bir durum bulmayı beklerken bu değişiklik acil bir şekilde gerçekleşmezse burada kalmayacağım. Ben burada birinciliğe oynamak için geldim. Herhangi bir şekilde bu takım lige hazır değil ve hazır olmayacak. O yüzden çok sinirliyim. Bu takımın hazır olması için 5 gün değil 5 ay lazım. Takviyeleri yaptıktan sonra 4-5 aya ihtiyacımız var. Futbolda 1 haftada yapılabilecek işler değil bunlar. Sahaya süreceğimiz 11’in hepsinin Zidane olduğunu farz etseniz de olmaz, her şey güzel işlemez. Zamana ihtiyaç var."

İşin hiç kolay değil hocam!
Takımın başına geçer geçmez pembe tablolar çizip, bol keseden umut dağıtan teknik direktörlere alışık olan ülkemizde bu tür demeçlerin bizi şaşırtması gayet doğal. Vahid Halilhodziç bu açıklamalarıyla alışık olmadığımız bir portre ortaya koydu. Oysa biz medyaya başka, başkanına başka, futbolcusuna başka cümleler kuran teknik direktörlere alışığız. Bu tür açıklamaları duyar duymaz da pek de düşünmeden saldırmaya. Bu memlekette ezber bozmak zordur Vahid Hocam. Paranı cebine koyup, umut dağıtıp, şampiyonluk çığlıkları atman beklenirken bu tür bir gerçekçilik nerden çıktı hocam?

Letonya Futbolu: Tarihinde sürprizler var!

Millî Takımımızın 13 Ekim'deki rakibi Letonya, geçmişte ağır ve kapatılması gereken bir hesabımızın bulunduğu takım. Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından 1994 Dünya Kupası elemelerinden itibaren uluslararası alanda boy göstermeye başlayan Letonya, o günden bu yana sadece Euro 2004 finallerine katılmayı başardı. Grupta İsveç'in ardından sürpriz biçimde ikinci olan Letonya, play-off eşleşmesinde Millî Takımımızı saf dış bırakıp gittiği Portekiz'deki finallerde de Almanya'ya çelme takmayı başarmıştı.


Baltık denizine kıyısı olan ülkeler arasında bir futbol kalitesi sıralaması yaptığınızda Estonya, Litvanya ve Letonya'yı en son basamaklara rahatlıkla yazabilirsiniz. Almanya'nın; Polonya'nın, Rusya'nın, Danimarka'nın, Finlandiya'nın ya da İsveç'in yanında bu üç ülkenin esamisi pek okunmaz. Yine de zayıf halka konumunda olan bu üçlüden Letonya'yı diğerlerinden ayıran bir özelliği olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Letonya Millî Takımı, 2004 Avrupa Şampiyonası elemelerinin baraj maçında Millî Takımımızı saf dışı bırakıp finallere katılmaya hak kazanmıştı. Ama işte hepsi o kadar…
Letonya'da en üst düzeyde futbol ligi 1927 yılında kuruldu. 1943'te ise bu lig sona erdi. Çünkü ll. Dünya Savaşı'nın o netameli günlerinin ardından Letonya, Sovyetler Birliği'nin bir parçası olmuştu. Ancak Letonya takımları 1991'e kadar devam eden Sovyetler Birliği Ligi'nde pek bir varlık gösteremedi. Ukraynalıların ve Rusların ağırlığını koyduğu ligde biraz da Gürcüler, Ermeniler ve Beyaz Rusların adı geçiyordu. Letonya takımları bu ligde sadece 7 kez yer alabilmişti. Letonya takımları bu süreçte kendi yerel liglerinde futbol oynamayı sürdürdü.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından ise Vrsliga adı verilen en üst Letonya Ligi 1991'de kuruldu. 2 milyon civarında bir nüfusa sahip ülkenin ligi 10 takımla sürdürülüyor. Lig maçlarına sahne olan stadyumların en büyüğü, en fazla şampiyonluğa sahip olan Skonto Riga'nın iç saha maçlarını oynadığı 10 bin kişi kapasiteli Skonto Stadı. Bir başka Riga takımı olan FC Metta ise maçlarını 500 kişilik Arkadija Stadı'nda oynuyor. Vrsliga'nın kuruluşundan itibaren 14 yıl boyunca sadece tek bir takım şampiyonluk yaşayabildi. Üst üste 14 şampiyonluk kazanan Skonto Riga, 2004'teki son şampiyonluğunun ardından bir kez 2010'da bu mutluluğu yaşarken, Letonya futbolunda artık başka takımlar da devreye girmiş durumda. 2005'de Skonto Riga hegemonyasına son veren LiepajasMetalurgs, 2009'da da ikinci şampiyonluğunu yaşadı. Ligin yeni Skonto'su ise FKVentspils. İlk şampiyonluğunu 2006'da elde eden Ventspils, o tarihten bu yana geçen 8 sezonda 5 kez şampiyonluk sevincini tattı. Arada bir şampiyonluğu da 2012'de FC Daugava elde etti.
Gelelim asıl konumuz olan Letonya Millî Takımı'na… Tarihteki ilk maçını 1922'de komşusu Estonya ile oynayıp 1-1 berabere kalan, en farklı galibiyetini bir başka komşusu Litvanya'yı 1935'te 6-1 yenerek elde eden, en farklı yenilgisine 1927'de İsveç karşısında 12-0'lık hezimetle uğrayan Letonya'nın en çok millî olan oyuncusu, formayı 167 kez giyen VitalijsAstafjevs, 43 yaşındaki Astafjevs şu anda millî takımda teknik direktör MariansPahars'ın yardımcılığını yürütüyor. 38 yaşındaki Pahars da Letonya'nın önemli bir futbol figürü. 2010 yılında futbolu bırakan Pahars, 75 kez giydiği Letonya forması altında 15 gol kaydetti. Letonya futbolu denildiğinde Türkiye'de akla gelen ilk isim ise Maris Verpakovskis. 35 yaşına gelen ve halen Letonya'nın FK Liepaja takımında forma giyen Verpakovskis, 104 maçta attığı 29 golle millî takımın en fazla gol atan oyuncusu.
Letonya Millî Takımı, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra 1994 Dünya Kupası elemelerinden itibaren uluslararası alanda boy göstermeye başladı. O elemelerde İspanya, İrlanda Cumhuriyeti, Danimarka, Kuzey İrlanda, Litvanya ve Arnavutluk'la aynı grupta yer alan bordo-beyazlılar, 12 maçı sadece 4 gol atıp 21 gol yiyerek tamamlarken, beş beraberlikle 5 puan topladı ve Arnavutluk'un 1 puan üzerinde 6. sırada yer aldı. Ancak o turnuvada Letonya'nın ilginç sonuçlara imza attığını da hatırlatmakta yarar var. Beş beraberliklerinden ikisini Danimarka ve İspanya karşısında 0-0'lık sonuçlarla almaları oldukça çarpıcıydı.
Euro 1996 elemelerine ise Millî Takımımız gibi beşinci torbadan girip Portekiz, İrlanda Cumhuriyeti, Kuzey İrlanda, Avusturya ve Liechtenstein'la eşleştiler. Yine sondan ikinci olmalarına rağmen bu kez 4 galibiyetle 12 puan topladılar ve 11 gol atıp 20 gol yediler. Bu dört galibiyetin ikisini doğal olarak Liechtenstein maçlarında alırken, diğer iki galibiyetlerini Kuzey İrlanda ve Avusturya karşısında elde ettiler.
1998 Dünya Kupası elemelerinde Avusturya, İskoçya, İsveç, Estonya ve Belarus'lu grubu 10 maçta 10 puanla dördüncü sırada tamamladılar. 3 galibiyet, 1 beraberlik ve 6 yenilgi alırken, 10 gol atıp 14 gol yediler. Üç galibiyetlerini Belarus ve iki Estonya maçında alırken, tek beraberliklerini Belarusdeplasmanından çıkardılar.
Euro 2000 elemelerinde de performansları kötü değildi. Norveç, Slovenya, Yunanistan, Arnavutluk ve Gürcistan'ın bulunduğu grubu 10 maçta 3 galibiyet, 4 beraberlik ve 3 yenilgiyle, 8 gol atıp, 14 gol yiyerek 13 puanla dördüncü bitirdiler. Grubu birinci bitirecek Norveç karşısında deplasmanda elde ettikleri 3-1'lik galibiyet o günün büyük sürprizlerinden biriydi. İkinci maçlarında da Gürcistan'ı yendiler ve "Ne oluyor" dedirttiler. Ancak kalan 8 maçta sadece 1 kez kazanabildiler. Onda da Yunanistan'ı deplasmanda son dakika golüyle mağlup etmeleri oldukça çarpıcıydı. Dört beraberliklerini ise iç sahada Yunanistan ve Arnavutluk, deplasmanda da Arnavutluk ve Gürcistan önünde aldılar.
2002 Dünya Kupası elemelerine dördüncü torbadan girip Hırvatistan, Belçika, İskoçya ve San Marino ile eşleştikleri nispeten kolay grupta ise tam bir hayal kırıklığı yaşadılar. 8 maçta 5 gol atıp 16 gol yerken, sadece 1 galibiyet ve 1 beraberliği San Marino maçlarından çıkartabildiler.
Letonya'nın tarihindeki en büyük başarısı ise finallere katılma hakkını elde ettiği Euro 2004 elemeleri oldu. İsveç, Polonya, Macaristan ve San Marino ile yer aldıkları grupta sadece San Marino'yu geride bırakacakları tahmin edilirken büyük bir sürprize imza atarak İsveç'in sadece 1 puan arkasında ikinci oldular. Polonya'nın 13, Macaristan'ın ise 11 puan çıkartabildiği grubu 10 gol atıp 6 gol yiyerek 5 galibiyet, 1 beraberlik ve 2 yenilgiyle tamamladılar. İlk maçta evlerinde İsveç'le golsüz berabere kaldıktan sonra deplasmanda Polonya ve San Marino'yu 1-0 yendiler. Evlerindeki 3-0'lık San Marino maçıyla süren galibiyet serileri Macaristan'daki 3-1'lik yenilgiyle bozuldu. Ardından içeride Polonya'ya 2-0 kaybettiler. Zaten bu gruptaki son yenilgileriydi. 3-1'lik Macaristan galibiyetinin ardından grubun lideri İsveç'i deplasmanda 1-0 yenerek ikinciliği elde ettiler. Bu tarihi galibiyetin altındaki imza, takımın 10 golünden 4'ünü kaydeden Verpakovskis'e aitti. Aynı Verpakovskis, baraj maçında da Millî Takımımızı yıkan adam olacaktı. 15 Kasım 1999'da Riga'da oynanan ilk maçı Letonya Verpakovskis'ien golüyle 1-0 kazandı. 19 Kasım'da İnönü'deki rövanşta İlhan Mansız ve Hakan Şükür'le 2-0'ı yakalayan Millî Takımımız karşısında Laizans ve Verpakovskis'le 2-2'yi yakalayan Letonya, bizi devre dışı bırakarak Euro 2004 finallerinin yolunu tuttu.
Portekiz'deki finallerde Almanya, Hollanda ve Çek Cumhuriyeti ile eşleşen Letonya gruptan çıkamasa da sürprizini yapmayı başardı. İlk maçta Çek Cumhuriyeti karşısında Verpakovskis'in golüyle öne geçseler de 2-1 yenilmekten kurtulamadılar. Ama ikinci maçta Almanya ile golsüz berabere kalmaları, Panzerlerin sonu oldu. Son maçta Hollanda'ya 3-0 kaybettiler ve Çeklerle Portakallar gruptan çıkarken Almanlar evlerinin yolunu tuttu.
2006 Dünya Kupası elemelerinde Portekiz, Slovakya, Rusya, Estonya, Liechtenstein ve Lüksemburg'dan oluşan grubu 12 maçta 4 galibiyet, 3 beraberlik, 5 yenilgiyle, 18 gol atıp 21 gol yiyerek 15 puanla beşinci sırada tamamladılar. Galibiyetlerinin dördünü de grubun averaj takımları Liechteinstein ve Lüksemburg karşısında elde edebildiler.
Euro 2008 elemelerinde 7 takımlı grubu 12 puanla beşinci bitirdiler. 15 gol atıp 17 gol yedikleri grupta 4 galibiyet, 8 yenilgi aldılar. İspanya, İsveç, Kuzey İrlanda, Danimarka, İzlanda ve Liechtenstein'la paylaştıkları grupta İzlanda'yı her iki maçta da yendiler. Birer de Kuzey İrlanda ve Liechteinstein galibiyetlerini 3 puanlık hanelerine yazdırdılar. Deplasmandaki Liechteinstein yenilgileri ise uğradıkları en büyük sürpriz oldu.
2010 Dünya Kupası elemelerinde ise oldukça başarılı işlere imza attılar. İsviçre'nin 21 puanla birinci, Yunanistan'ın 20 puanla ikinci olduğu grupta 17 puanla üçüncü olurken Lüksemburg ve Moldova'nın dışında İsrail'i de arkalarında bıraktılar. 10 maçlık periyodu 18 gol atıp 15 gol yiyerek 5 galibiyet, 2 beraberlik ve 3 yenilgiyle tamamladılar. Moldova ve Lüksemburg'u her iki maçta da yenmenin dışında İsrail'i deplasmanda mağlup etmeyi başardılar.
Euro 2012 elemelerine "Belki bir sıçrama yapabiliriz" diye başlasalar da Yunanistan, Hırvatistan ve İsrail'in ardından ancak dördüncü sırada kaldılar. Sadece Gürcistan ve Malta'yı geçebildikleri grubu 3 galibiyet, 2 beraberlik, 5 yenilgiyle 11 puanla tamamladılar. Attıkları 9 gole karşılık da 12 gol yediler. 3 galibiyetlerini de iki Malta ve bir Gürcistan maçlarından çıkartabildiler.
2014 Dünya Kupası elemeleri de Letonya açısından büyük bir hayal kırıklığıydı. Bosna-Hersek, Yunanistan, Slovakya, Litvanya ve Liechtenstein'la paylaştıkları gruba sürpriz yapma umuduyla başlasalar da 2 galibiyet, 2 beraberlik ve 6 yenilgiyle 8 puan toplayıp sadece Liechtenstein'ı geride bırakabildiler. Attıkları 10 gole karşılık bu kez kalelerinde 20 gol gördüler. Liechtenstein maçlarını bile 1 galibiyet, 1 beraberlikle tamamlarken bir galibiyetlerini Litvanya, bir beraberliklerini de Slovakya karşısında elde ettiler. 7 Haziran 2013'te oynanan iç sahadaki Bosna-Hersek maçının 5-0'lık hezimetle sonuçlanmasının ardından Teknik Direktör Aleksandrs Starkovs'la yollarını ayıran Letonya, takımı eski oyuncularından Marions Pahars'a emanet etti.
Pahars göreve geldikten sonra 22 kişilik Bosna-Hersek maçının kadrosundan kademeli bir geçişle 11 oyuncuyu eleyerek Euro 2016 elemelerine yenilenmiş bir kadroyla başladı. Aslında Kazakistan maçına çıkan 11'de oynayan 8 oyuncu eski döneme aitti ama 20 kişilik geniş kadroda 9 yeni oyuncu yer alıyordu. Kaleyi 39 yaşındaki Kolinko'ya emanet eden Pahars, orta sahayı da Andrej Kovalovs ve Arturs Zjuzins'le takviye etti. Kaleci Pavel Steinbors, stoperler Kaspars Dubra, Vitalij Jagodinskis, sağbek Oleg Timafejevs, orta saha oyuncusu Martin Freimanis ve defansif orta saha Ritvars Rugins de Pahars'ın geniş kadrodaki diğer yeni tercihleri oldu.
Yeri gelmişken Letonya ile bugüne kadar oynadığımız maçlara da değinelim. İlk olarak 22 Haziran 1924 günü Riga'da oynanan özel maçta Zeki Rıza Sporel'in golleriyle 3-1 yendiğimiz Letonya karşısında o tarihten bu yana galibiyetimiz bulunmuyor. Euro 2004 play-off'unda bir kez yenilip bir kez de berabere kaldığımız Letonya ile son kez 28 Mayıs 2013'te Almanya'daki özel maçta karşı karşıya geldik. 8. dakikada Olcay Şahan, 23. dakikada penaltıdan Selçuk Şahin ve 59. dakikada Veysel Sarı'nın golleriyle iki kez iki farklı üstünlükler yakalamamıza rağmen 53'te Edgars Gauracs, 68 ve 83'te de Valerijs Sabala'nın gollerine engel olamayarak sahadan 3-3'lük beraberlikle ayrıldık. 

Thursday, October 09, 2014

Bilal Başaçıkoğlu: Van Basten'in gözdesi

Trabzonlu bir baba ve Faslı bir anneden doğup Hollanda'nın genç millî takımlarında oynadıktan sonra tercihini Türkiye'den yana kullandı. Süper Lig'in büyükleri dâhil pek çok kulüpten transfer teklifleri aldı ama o 3.5 milyon euroluk bonservis bedeliyle Feyenoord'u tercih etti. Her iki kanatta de görev alabilen ve geçen sezon Heerenveen'de yarım sezonda gösterdiği 6 gol, 5 asistlik performansla dikkatleri üzerinde toplayan 19 yaşındaki gurbetçi, Hollanda'nın efsane oyuncusu Marco van Basten'in kendisine benzettiği ve futbola kazandırdığı bir yıldız adayı.

Son dönemde Oğuzhan Özyakup'tan sonra Hollanda'yı bırakıp Türkiye'yi tercih eden ikinci oyuncusun. Seni daha yakından tanımak istiyoruz.
26 Mart 1995'te Hollanda'nın Zaandam kentinde doğdum. Babam Türk, annem Faslı. Üç kardeşiz. Benden küçük iki erkek kardeşim var.
Ailen nereden ve ne zaman Hollanda'ya göç etmiş?
Babam aslen Trabzonlu. Bir süre İstanbul'da yaşadıktan sonra Hollanda'ya göç etmiş. Mesleği otobüs şoförlüğü. Tur otobüsü kullanıyor ve ülkeler arasında yolculuk yapıyor. İspanya üzerinden Fas'a yaptığı bir tur seyahati sırasında annemle tanışmış ve evlenmişler.
Ailende senin dışında futbol oynayan birisi var mı?
Babam eskiden kaleciymiş. Ama sadece amatör olarak bu işle ilgilenmiş. Sadece sevdiği için kalecilik yapmış ve bir süre sonra da bırakmış. İki kardeşimden büyük olanı da Hollanda'da bir kulübün altyapısında futbol öğreniyor.
Futbola ne zaman ve nasıl başladın?
Açıkçası doğduğumdan beri top oynadığımı söyleyebilirim. İçimde futbola karşı büyük bir ilgi ve sevgi vardı. Kendimi bildim bileli arkadaşlarımla top oynardım. 5 yaşına gelince de futbola başladım. Sokakta ve okulda sürekli futbol oynadığımı gören babam beni Zaandam'da bir futbol okuluna yazdırdı. Ardından Ajax'ın altyapısına geçtim. İki sene orada eğitim gördükten sonra Haarlem'e geçtim. Ajax'la çalışan ve oraya futbolcu yetiştiren bir kulüptü Haarlem. Ancak parasızlık nedeniyle kulüp kapanınca bir süre amatör bir takım olan RKSV Pancratius'ta oynadım. Sonra da Heerenveen'e geçtim. Zaten asıl gelişimi de Heerenveen'de gösterdim. Orada çok çabuk bir şekilde A takıma yükseldim.
Ajax, Hollanda'nın en büyük kulübü. Orada 2 sene kaldıktan sonra ayrılmak seni olumsuz etkilemedi mi?
O zaman yaşım çok küçüktüm ve açıkçası ne olduğunu da pek anlamamıştım. Benim için o yaşlarda önemli olan futbol oynamaktı ve hangi kulüpte oynadığımın da pek bir anlamı yoktu. Dolayısıyla Ajax'tan Haarlem'e geçtiğimde aynı şekilde futbol oynamayı sürdürdüğüm için herhangi bir olumsuzluk hissetmedim.
Altyapıda sana en çok emek veren ve bugünlere gelmeni sağlayan kulüp hangisiydi?
Kesinlikle Heerenveen'di. Haarlem'in ardından bir amatör takımda oynarken 2011 yılında beni transfer ettiler. Bu transferde de sonrasında da Hollanda ve dünya futbolunun en büyük golcülerinden Marco Van Basten'in üzerimde büyük emeği oldu. Heerenveen'de kısa sürede büyük bir aşama kaydettiğimi düşünüyorum.
Futbola başladığından beri kanat oyuncusu musun?
Benim durumum biraz ilginç aslında. Çünkü Ajax'ta geçen yıllarımda savunma oyuncusuydum. Haarlem'de de savunmada ve orta sahada oynadım. Genellikle genç oyuncular forvette başlayıp sonradan savunma oyuncusuna dönüşürken, ben RKSV Pancratius'ta kanat oyuncusu oldum. Heerenveen'e de kanat oyucusu olarak geldim ve aynı şekilde devam ediyorum.
Futbola başladığında idollerin var mıydı?
Evet var. Alexis Sanchez, Cristiano Ronaldo ve Lionel Messi. Ama zaten herkes onlara bayılıyor. Hepsi de olağanüstü oyuncular.
Heerenveen'de henüz 18 yaşında ilk on bir oyuncusu olabilmek önemli bir başarı. Sana şans veren teknik adam da efsane bir oyuncu olan Marco van Basten. Bize Van Basten'le ilişkinden söz eder misin? Gelişimine nasıl katkı sağladı? Sana ilk on birde şans tanırken neler söyledi?
Marco Van Basten dünyanın en iyi futbolcularından birisiydi. Böyle değerli bir oyuncunun antrenörlüğümü yapması benim için çok büyük bir şanstı. Ondan çok şey öğrendim. Benim ilerlememi sağlayan teknik adam Marco van Basten'dir. Oyun stilimi ve özelliklerimi de kendisine benzetiyordu. Maçlardan önce bana, "Sen ne yapman gerektiğini biliyorsun. Gol atmak ve attırmak için bütün yeteneklere sahipsin. Sahaya çık ve bu yeteneklerini göster" diyordu.
Sana göre Van Basten'i en fazla etkileyen yönün hangisiydi?
Benim komple bir oyuncu olduğumu düşünüyordu. Hem kafa toplarında etkili olduğumu hem birebirde rakiplerimi eksiltebildiğimi hem de gol vuruşları ve gol paslarında başarılı olduğumu düşünüyordu.
Kendinde neleri eksik görüyorsun? Bu eksiklerini gidermek için nasıl çalışmalar yapıyorsun?
Günümüz futbolunda komple bir oyuncu olmak gerekiyor. Özellikle bir forvetin iki ayağını da aynı biçimde kullanması lâzım. Ben her zaman sol ayağımın daha iyi olması gerektiğini düşünüyorum ve bu ayağımı geliştirmek için de sürekli çalışıyorum. Aslında sol ayağımla çok gol atıyorum ama yine de her antrenmandan sonra sahada kalıp sol ayağımla şut çalışması yapıyorum.
Seni akranlarından ayıran ve bugün Feyenoord gibi bir kulüpte oynamanı sağlayan en önemli özelliğin neydi?
Öncelikle futbolu çok seviyordum. Küçükken futbol benim için bir oyundu ama yaşım biraz ilerlemeye başladığında futbol için nelerin gerekli olduğunu daha iyi anlamaya başladım. Pek çok arkadaşım antrenmandan ya da maçtan sonra diskoya giderken ben evime gidip dinlenmem ve kendimi toparlamam gerektiğini öğrenmiştim. Yanlış arkadaşlardan her zaman uzak durdum. Hollanda'daki hayat biçimi genç bir oyuncu için hiç de kolay bir ortam değil. Ama ben babamın da yardımıyla profesyonelliği erken yaşta öğrendim diyebilirim.
Sağ ayaklı bir oyuncu olarak Heerenveen'de genellikle sol kanatta oynuyordun. Feyenoord'da ise sağ kanatta görev alıyorsun. Senin tercihin hangisi?
Benim için fark etmiyor aslında, iki kanatta da oynayabiliyorum. Tabiî ki gole daha yakın olması açısından sol kanat daha avantajlı. Ters kanatta oynarken içeri girip sağ ayağınızla gol vuruşu yapabiliyorsunuz. Ama benim için önemli olan oynamak. Dolayısıyla sağ veya sol kanat fark etmez, yeter ki sahada olayım.
Sezon başında Heerenveen'denFeyenoord'a3.5 milyon euro gibi oldukça yüklü bir bedelle transfer oldun. Bu transfer nasıl gerçekleşti? Bildiğim kadarıyla başka teklifler de almıştın.
Hollanda'nın en üst liginde yarım sezon futbol oynadım. Heerenveen'de ilk on bire geçen sezonun ikinci yarısında girdim ve bir daha da hiç çıkmadım. Yarım sezon gibi bir sürede 6 gol atıp 5 de asist yaptım ki, genç bir oyuncu için ilk sezonunda bu performans hiç de fena değildi. Ardından birçok transfer teklifi aldım. Türkiye'den aralarında büyük takımların bulunduğu kulüplerden de teklifler vardı ancak ben bunun için erken olduğunu düşündüm. Bir süre daha Hollanda Ligi'nde kalıp kendimi geliştirmem ve tecrübe kazanmam daha uygun olacaktı. Bu nedenle de Hollanda'nın büyük kulüplerinden Feyenoord'dan gelen teklifi değerlendirmek bana daha doğru geldi.
Gelecekte Türkiye'de oynamak gibi bir niyetin var mı?
Şimdilik böyle bir düşüncem yok. Açıkçası Feyenoord'un ardından daha çok İspanya veya İngiltere liglerinde oynamayı tercih ederim. İspanya'da Atletico Madrid, Barcelona, Real Madrid, İngiltere'de de Chelsea çok güzel kulüpler. Futbol stilime en uygun ligin İspanya olduğunu düşünüyorum. Orada futbol daha çok tekniğe dayalı oynanıyor. İlk tercihim de Atletico Madrid olur. Arda Turan'ın da orada oynaması benim için cazip bir durum.
Feyenoord'da Hollanda Millî Takımı'nın da oyuncusu olan 32 yaşındaki Ruben Schaken'i sezon başında yedek bırakmayı başardın. Onunla aranızdaki rekabetten söz eder misin?
Teknik direktörümüz henüz bir arayış sürecinde. Hangi oyuncunun hangi bölgede daha verimli olabileceği konusunda bir fikir edinmeye çalışıyor. Takıma yeni gelmiş bir oyuncuyum ve diğer oyuncular benim stilim hakkında net bir bilgiye sahip değil. Bazı oyuncular sadece koşmak istiyor, bazıları topu ayağına bekliyor. Teknik direktörümüz tüm oyuncuları gözlemledikten sonra bir fikir sahibi olacak ve takımın iskeletini oluşturacak. Ben de bu süreçte kendimi göstermek ve takımın değişmez bir parçası olmak istiyorum. Her geçen gün de kendimi biraz daha fazla kabullendirdiğimi düşünüyorum.
2012'den itibaren Hollanda Genç Millî Takımlarında forma giydin. O dönemdeki bu tercihinin nedeni neydi? Neden Türkiye'yi değil de Hollanda'yı seçmiştin?
2012 yılında Türkiye'den bugünkü gibi bir teklif almamıştım. Evet, bana "Türkiye için oynamak ister misin?" diye sordular ancak sadece o kadar. Üzerimde bir ısrar olmadı. Dolayısıyla ben de Hollanda'dan gelen teklifi değerlendirdim. Ancak son dönemde Türkiye'den gelen teklif çok ciddiydi ve beni ne kadar istediklerini ortaya koyuyordu. Fatih Terim Hocamız bana "Seni Ümit Millî Takım'da görmek istiyorum. Eğer orada başarılı olursan A Millî Takım'ın kapıları da ardına kadar açık" dedi. Bu benim için iyi bir teklifti. Zaten normal olan da budur; genç oyuncu önce bir alt kademede kendisini gösterir ve başarılı olduğu takdirde A takımda kendisine yer bulur. Türkiye'den gelen teklifi babamla birlikte değerlendirdim. Türk Millî Takım formasını giymek babam için büyük bir gurur vesilesi olacaktı. Sonuçta ben de Türküm ve elbette tercihim Türkiye oldu.
Annenin Faslı olması dolayısıyla Fas Millî Takımı'ndan bir teklif aldın mı?
Hayır, onlardan herhangi bir teklif gelmedi.
Hollanda U18 Takımı formasıyla attığın iki golden birini Türkiye'nin ağlarına yollamıştın. Türkiye'ye karşı oynamak nasıl bir duyguydu senin açından? O maçta neler hissetmiştin?
2012 yılında Eindhoven'da oynadığımız maçta Türkiye'ye 4-1 yenilmiştik ve takımın tek golünü ben atmıştım. Elbette bir Türk olarak Türkiye'ye karşı oynamak insanda çok farklı duygular uyandırıyor. Seremoni için sahaya dizildiğinizde bin yanda siz varsınız, diğer yanda ay-yıldızlı formayı giyenler. Biraz sonra İstiklal Marşı çalınmaya başlıyor ve siz ezbere bildiğiniz o marşa eşlik edemiyorsunuz. Çok farklı duygular yaşıyorsunuz. Ama maç başladığında siz Hollanda'nın futbolcususunuz ve takımınız için en iyisini yapmalısınız. Ben de o gün bunu yapmaya çalıştım ve iyi oynayıp bir de gol attım. Doğrusunun da bu olduğunu düşünüyorum.
Ümit Millî Takımımızla ilk kez kamp yaptın. Buradaki ortamı nasıl buldun?
Doğrusunu söylemek gerekirse beni nasıl bir ortamın beklediğini başlangıçta çok da iyi bilmiyordum. Ama gelince gördüm ki, buradaki insanların hepsi son derece sıcakkanlı. Herkes birbiriyle dostça konuşuyor. Herhangi bir gruplaşma söz konusu değil. Burada olmaktan çok mutluyum ve yabancılık çekmiyorum.
Riva Tesisleri Türk insanı için bir gurur kaynağı. Hollanda'daki şartları bilen birisi olarak sen bu tesisler hakkında neler düşünüyorsun?
Hollanda'da da tesisler var ancak bu kadar büyük ve güzel bir tesisi ilk defa görüyorum. Türkiye'de böyle bir tesis olduğunu bilmiyordum. Bir takımın kalması için harika bir yer. Odalar son derecede konforlu, antrenman sahaları tesisin içerisinde. Yemekler de çok güzel. Türk yemeklerine alışığım çünkü annem de Faslı olmasına rağmen Türk yemekleri yapıyor.
Türk Millî Takımı'ndaki hedeflerin neler? A takım kadrosunda ne zaman oynayabileceğini düşünüyorsun? Millî Takımımızda hangi oyuncuları beğeniyorsun?
Küçüklüğümden beri hep çabuk ilerlemek istedim. Doğal olarak Türk Millî Takımı'ndaki kariyer gelişimimin de hızlı olmasını istiyorum. Bunun için de hem Ümit Millî Takım'da hem de kulübümde kendimi göstermem gerektiğini biliyorum. Millî Takım'da en beğendiğim oyuncu Arda Turan. Zaten İspanya Ligi'nde Atletico Madrid maçlarını da özellikle izliyorum. Ayrıca Selçuk İnanve Burak Yılmaz'ı da çok beğeniyorum.
Futbolun dışında neler yapıyorsun?
Maç ve antrenmanlardan fırsat buldukça ailemin yaşadığı şehre gider, onlarla vakit geçiririm. Bazen de arkadaşlarımla sinemaya giderim.
Rotterdam'da yalnız mı yaşıyorsun?
Evet, yalnız yaşıyorum. İnsanın tek başına ayakta durmasını öğrenmesi için iyi bir tecrübe bu. Hayatınız boyunca ailenizi her zaman yanınızda bulamazsınız. Onlardan ayrı olduğunuzda da hayatınızı sürdürmek zorundasınız ve bunu ne kadar erken öğrenirseniz o kadar iyi olur. Evimde ütümü, temizliğimi, yemeğimi kendim yapıyorum.
 
eXTReMe Tracker