Friday, March 02, 2018

Samuel Emem Eduok: "Yolumu annem açtı"

Kasımpaşa'nın Nijeryalı forveti, mekanik mühendisi bir baba ve öğretmen bir annenin 6 çocuğundan biri. İki ablası iş kadını, bir kardeşi doktor. Futbol için üniversite eğitimini yarıda bırakan genç golcü, çok faydalı geçtiğine inandığı Tunus tecrübesinden sonra geldiği Süper Lig'in ardından Avrupa'nın dev kulüplerinden birinde forma giymenin hayalini kuruyor. 24 yaşındaki oyuncu, futbolcu olmasını annesine borçlu olduğunu ise "Beni en çok destekleyen kişi annemdi. Bana ayakkabılar, formalar aldı. Beni idmanlara götürdü, getirdi. Beni bu yolda cesaretlendirdi" sözleriyle anlatıyor. 




31 Ocak 1994 Nijerya doğumlusun. Öncelikle nasıl bir çocukluk geçirdin?

Kalabalık bir ailede büyüdüm. Üç erkek kardeşim, iki de ablam vardı. Her şeyi birlikte yapar, birlikte zaman geçirirdik. O yüzden güzel bir çocukluk geçirdiğimi söyleyebilirim. Aile içinde tek futbol oynayan benim. Bu da benim için ayrı bir mutluluk.


Aileni tanıyabilir miyiz? Annen, baban ne işle meşgul? Kardeşlerini de tanıtır mısın?

Babam mekanik mühendisi ve bir şirkette çalışıyor. Annem öğretmen. Ama şimdi öğretmenlik değil, devletin bir kolunda eğitim sekreterliği yapmaya başladı. Bir erkek kardeşim okuldan yeni mezun oldu. Diğeri doktor. O da yeni mezun. Ablalarım iş kadını. Onlar da çeşitli alım-satım işleri yapıyor.


Nijerya'da nasıl bir yaşantın vardı? Mühendis bir baba ve öğretmen bir anneden gelen bir çocuk olarak öğrenim hayatın hakkında da bilgi verir misin?

Üniversiteye başladım. Devam da ettim. Ama daha sonra futbola olan yeteneğimi keşfettim ve kendimi futbola yönlendirdim. Bu sebeple okulu bırakmak zorunda kaldım. Ama benim için doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu mesleği yaparak aileme de yardımcı oluyorum.


Sendeki futbol yeteneğini ilk kim keşfetti?

Aslında beni en çok destekleyen kişi annemdi. Futbolcu olabileceğimi söyleyen kişi annemdi. Çünkü bana ayakkabılar, formalar aldı. Beni idmanlara götürdü, getirdi. Annemin desteğini açık bir şekilde söyleyebilirim. Beni bu yolda cesaretlendirdi. Bir de Usen diye bir hocam vardı. Beni keşfeden de o oldu. Onun yönetimi altında antrenman yapıyordum. Belki futbol yeteneğimi kendisi keşfetti ama beni cesaretlendiren ve futbolculuk yolumu açan kişi kesinlikle annemdir.


Genellikle babalar çocuklarının futbolcu olmasını ister. Bugüne kadar yaptığım röportajlarda ilk defa bir annenin oğlunu futbolcu yaptığını duyuyorum.

Garip bir durum daha var aslında. Babam futbolcu olmama karşıydı. Buna karşılık annem hep beni destekledi. Aslında çok kolay değildi. Çünkü Nijerya'da anne-babaların, çocuklarının futboldan para kazanacaklarına olan inancı çok az. O yüzden altyapı dönemim biraz zor geçti. Benim için en önemli şey annemin ve hocamın vermiş olduğu destekti. Onlar sayesinde zor dönemi iyi atlattım ve futbolcu olabildim. Ama ailelerinden destek görmeyen diğer arkadaşlarımın işleri çok zordu.


Futbol yaşantına Akwa United'da başladığını görüyoruz. Akwa'da ve Nijerya'da nasıl bir altyapı eğitimi aldın? Bu kulüpten sonra Dolphin FC takımına transfer oluyorsun. Dolphin FC günlerin nasıl geçti?

Dolphin FC, Akwa United'tan daha yüksekte bulunan bir takım. Türkiye'nin Süper Ligi gibi düşünün. O seviyede olan bir takım. Dolphin FC'ye gittikten sonraki ilk sezon çok zorlandım. Genç bir oyuncu olarak birçok şey öğrendim ama zorluklara katlanmak durumundaydım. Ama bir sonraki sene uyum sağladıktan ve ortamı öğrendikten sonra daha iyi işler yaptım. Maçların ritmini yakaladım ve oynamaya başladım.


Seninle birlikte futbola başlayan birçok arkadaşın bugün futbolcu olamadı ama sen bunu başardın. O arkadaşlarına oranla neleri farklı yaptın da bugün profesyonel bir sporcu olabildin?

Birincisi, Tanrı'ya inandım. İkincisi ise kendime inandım. İyi çalışırsam, bir şeyleri doğru yaparsam başarabileceğime inandım ve bu inancımı da daima koruyorum. Çalışmaya devam ediyorum. Amaçladığım şeye ulaşmayı hep başardım. Her zaman en iyi futbolcu olduğuma dair bir düşünce var aklımda. Bu düşünceyi sürekli takip edip, elimden gelenin en iyisini yapıyorum. Belki de beni diğerlerinden farklı kılan şey kendime olan inancım.


2015 yılında Tunus'un Esperance takımı seni transfer ediyor. Tunus günlerin nasıldı? Futbolunu geliştirmende ne gibi katkıları oldu?

Gittiğim lig, Nijerya'dan daha kaliteli ve rekabetçi bir ligdi. Benim açımdan da takım içinde rekabet ortamı vardı. İlk kez Nijerya dışında futbol oynamaya gitmiştim. Millî maçları saymazsak ilk kez yurt dışına çıkıyordum. Millî takımla daha önce Nijerya'nın dışına çıkmıştım ama ilk kez kendi kariyerim için başka bir ülkeye futbol oynamaya gittim. O yüzden Tunus tecrübesinin bana gerçekten çok yardımı oldu. Hem futbolumu geliştirmemi hem de tecrübe kazanmamı sağladı. İlk sezonunda bir fark oluşturduğumu düşünüyorum. Hem ligde hem de Şampiyonlar Ligi'nde goller attım. Tunus'taki tecrübemle ilgili olarak her şeyin iyi olduğunu düşünüyorum. Gelecekle alâkalı olarak kendime güvenimi sağladı diyebilirim.


16 takımlı Tunus 1. Ligi'ndeki kariyerine baktığımızda ilk sezonda 14, ikinci sezonunda 11 maçta forma giydiğini görüyoruz. Özellikle ikinci sezonda az oynamanın sebebi neydi?

Milli takımda bir sakatlık yaşamış ve Tunus'a sakat olarak dönmüştüm. Teknik direktörümüz sakatlığım olmasına rağmen beni oynatmak istedi. Ben de kendisine sakatken oynayamayacağımı söyledim. Bu olayın ardından bir süre bana şans vermedi ve takımın dışında kaldım. O yüzden oynadığım maç sayıları az görünebilir ama bu bir meydan okumaydı benim için. Kariyeriniz boyunca her zaman meydan okumalarla karşılaşacaksınız. Bu olay beni durdurmadı. Söylediğim gibi, her zaman kendime inanmaya devam ettim. Sahip olduğum yeteneğe inandım ve çalışmayı sürdürdüm.


2016 yılının Ağustos ayında yolun Kasımpaşa ile kesişiyor. Transfer hikâyeni anlatır mısın?

Beni buraya Rıza Çalımbay getirdi. O dönemde menajerimle iletişime geçmişlerdi. Menajerim de benim maçlarımdan görüntüler gönderdi. Onlar da o görüntüleri izleyip beni istediler. Transferim de bu şekilde gerçekleşti.


Çok genç ve nispeten tecrübesiz sayılabilecek bir dönemde Kasımpaşa'ya geliyorsun. Ancak ilk sezonunda Süper Lig'de 29, Türkiye Kupası'nda 9 maçta forma şansı buluyorsun. 25'i ilk 11 olmak üzere toplam 38 maçta 2221 dakika sahada kalıyorsun. 6 da golün var. Bunlar genç ve tecrübesiz sayılabilecek bir oyuncu için çok iyi rakamlar. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?

Süper Lig'e gelmem oldukça iyi bir meydan okumaydı. Ama daha önce de söylediğim gibi kendime inandım. Her zaman bir fark yaratarak takıma katkıda bulunabileceğime inandım. İşler nasıl olursa olsun kendime inancımı sürdürdüm. Genç bir oyuncu olsam bile bunları başarabileceğimi gösterdim. Kendi inancımı kendime kanıtlamış oldum.


Başarılı oyunun bu sezon da devam ediyor. Röportaj yaptığımız güne kadar 20 Süper Lig, 3 de Türkiye Kupası maçında forma giydin, şimdiden ligde 6 golün var. Bu sezonu nasıl değerlendirirsin?

İyi olduğunu düşünüyorum. Böyle de olmak zorunda. Çünkü her sezon kendimi geliştirmeye devam etmem gerekiyor. Her sezon bir önceki sezondan daha iyi şeyler yapmalıyım. Daha çok gol atmalıyım. Hücum oyuncusu olarak takıma daha fazla katkı vermeliyim. Bu hem benim hem de takımım için iyi bir durum. Takımın alabileceği en çok galibiyeti almasında rol oynamalıyım. Zaten böyle olması gerektiğini düşünüyordum. Her zaman kendimi geliştirme amacında olduğum için böyle devam edeceğine inanıyorum.


Kasımpaşa sezon sonuna kadar Avrupa iddiasını sürdürmek istiyor. Takımdaki havayı ve sezon sonu hedeflerini anlatır mısın?

Takım olarak birbirini oldukça seven insanlardan oluşuyoruz. Amacımız da her maçı kazanmak. Her maçta elimizden gelenin en iyisini yapıp galibiyete ulaşmak istiyoruz. Bu sahip olduğumuz birliğin ve ruhun da bizi Avrupa'ya götürebileceğine inanıyorum. Çünkü oyuncu kalitesi olarak değerli bir takımımız var. Takım olarak bu birliğimizi koruduğumuz sürece de Avrupa hedefini gerçekleştireceğimize inanıyorum.


Teknik direktör Kemal Özdeş genç oyuncularla çalışmayı seven bir teknik adam. Kendisiyle nasıl bir ilişkin var?

Kemal Hoca benim burada kalmamı sağlayan ve kontratımı uzatan teknik direktör. Ona bir hoca olarak çok inanıyorum. O da bana inanıyor. Bütün oyuncularına inanıyor. Bu benim için önemli bir durum. İyi çalışıyorum ve bana şans verdiğinde kendimi kanıtlamaya uğraşıyorum. Bir oyuncu için en önemli şey, şans geldiğinde bu şansı en iyi şekilde kullanmak ve boşa çıkarmamaktır. Benim yaptığım şey de bu. Aramızdaki ilişki bu şekilde devam ediyor. Genç oyunculara inanıyor. Genç oyuncuların iyi çalıştığını görüyor. Çünkü iyi çalışan oyuncular forma şansı geldiği zaman bu performansı vermek için hazır olan oyunculardır. Dediğim gibi, ona hoca olarak inanıyorum ve o da bana inanıyor. Şans geldiğinde elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum.


Hem kanatlarda hem de santrfor oynayabilen çok yönlü bir oyuncusun. Kendine hangi oyuncuları örnek alıyorsun?

Gol atan oyuncuları çok izliyorum. Kendime onları örnek alıyorum. Onların gol attığını görünce ben de bunu bu şekilde yapabileceğimi düşünüyorum. Onlardan birisi Ronaldo. Çok fazla gol atıyor. Messi de aynı şekilde. Kendi ligimizde Adebayor ve Vagner Love skora çok fazla katkı yapan oyuncular. Onları izlerken bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Onların yaptığı aksiyonlardan bir şeyler kapmaya çalışıyorum ki onlar kadar skora katkı yapabileyim.


Kariyerinin henüz başında sayılırsın. Kendine nasıl bir yol çizdin? Hayallerin neler?

Şampiyonlar Ligi'nde oynamak ve büyük takımlarda forma giymek… Real Madrid, Manchester United, Chelsea gibi takımlarda oynayabilmek… Tabiî bu bütün oyuncuların hayali ve benim de hayallerimden birisi. Bunun için çok fazla çaba sarf ediyorum.


Nijerya ve Tunus'tan sona Süper Lig'i nasıl buldun? Farklar neler?

Türkiye liginin Avrupa'daki en iyi liglerden birisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü buradaki takımların hepsi iyi. Kendi evinizde de oynasanız, deplasmanda da oynasanız takımların hepsi çok iyi. Nijerya ve Tunus'ta durum biraz daha farklı. Sadece büyük takımlar çok iyi oyunculara sahip. Türkiye'de ise bütün takımlar çok iyi oyunculara sahip olduğu için durum biraz daha farklılaşıyor.


Fas, Tunus, Cezayir gibi ülkelerdeki oyuncular, Türk oyunculardan daha fazla transfer yapıyor. Sence bunun sebebi nedir?

Aslında bu durum yeteneğin yanı sıra inançla da alâkalı. Çok iyi liglerde oynayan kaliteli oyuncular, bazen fırsatları iyi değerlendiremeyebiliyor ya da bu fırsat onlara bir türlü gelmiyor. Biraz sahip oldukları yetenek ve hedefleriyle alâkalı olduğunu düşünüyorum.


Ligimizde hangi oyuncuları beğeniyorsun?

Süper Lig'de gerçekten çok kaliteli oyuncular var. Ricardo Quaresma, Pepe kalitesi tartışılmaz isimler. Cenk Tosun çok iyi bir golcü ve nitekim Everton'a transfer oldu. Ligdeki pek çok oyuncunun skora yaptıkları katkıyı gördüğünüzde çok fazla etkileniyorsunuz ve bu oyuncuları izlemek büyük bir keyif.


Türkiye'de forma giyen bir Nijeryalı olarak, Türk futbolcuları nasıl buluyorsun?

Aslında daha önce birlikte çalıştığım Türk oyunculardan Adem Büyük'ü söyleyebilirim. Adem Büyük harika bir oyuncu. Çok yetenekli. Özellikle hava toplarında topu hemen yere indirebiliyor. Çok meziyetli bir oyuncu. Bizim takımımızdan Veysel Sarı'yı söyleyebilirim. Bu ligde oynayan genç oyuncuları söyleyebilirim. Her zaman çalışmaya devam etmeleri gerekiyor. Genel olarak Türkiye'de harika yetenekler olduğunu düşünüyorum.


Nijerya, Türkiye'nin de yakından tanıdığı Jay Jay Okocha, Amokachi, Uche gibi efsane oyunculara sahipti. Ama son dönemde Nijerya'nın o eski sükseli zamanlarından uzak olduğunu görüyoruz. Sence bunun sebepleri neler?

Aslında hâlâ çok iyi genç oyuncularımız var. Bu gençler sayesinde Dünya Kupası'na katılma hakkını kazanabildik. Genç oyuncuların kendilerini gösterebilmeleri için Dünya Kupası büyük bir fırsat. Eğer Rusya'ya gelir ve izleme fırsatı bulursanız, bu genç oyuncuların neler yaptıklarını göreceksiniz.


Türk Millî Takımı hakkında ne düşünüyorsun?

Benim gördüğüm kadarıyla şans faktörü oldukça önemli. Bu şans bazen yanınızda olmayabiliyor. Çok iyi oynadığınız maçları bazen kaybedebiliyorsunuz. Ya da kötü oynadığınız maçları şans faktörüyle kazanabiliyorsunuz. Türk Millî Takımı belki Dünya Kupası'na katılamadı ama oldukça iyi oyuncuları var. Belki bir sonraki Dünya Kupası'nda tekrar kendisini gösterecek. Bu Dünya Kupası'na katılamayan tek takım Türkiye değil. Birçok takım katılamadı. Zamanla Türkiye'nin çok daha iyi işler yapacağını düşünüyorum.


İstanbul'da nasıl bir hayatın var? Boş zamanlarını nasıl değerlendirirsin?

Netflix'ten film izlemeyi seviyorum. Boş zamanlarımda İstinye Park'a gidiyorum ve alışveriş yapıyorum. Aynı zamanda güzel bir restorana gidip pizza yemeyi seviyorum.


Bizim unuttuğumuz, senin eklemek istediğin bir şey var mı?

Umarım Kasımpaşa bir gün Süper Lig'in şampiyonu olur.


Zaire, 1974 Dünya Kupası’nda Neden Olmadı?


Bitime 5 dakika kalmıştı ve Brezilya 3-0 öndeydi. Zaireliler hayatları için oynuyordu fakat Brezilyalılar bundan habersizdi...


Batı Almanya’daki 1974 Dünya Kupası’na katılma hakkı kazanan “Zaire Leoparları” (şimdilerin Demokratik Kongo Cumhuriyeti) çoğu kişinin düşündüğünün aksine futbola yabancı değildi. Onlar 1968 ve 1974 CAF Afrika Uluslar Kupası’nı kazanmışlardı ancak 1974’te Batı Almanya’da yaşananlar, onlar için tüm dünyanın gözünde “futbolu bilmeyen takım” algısının oluşmasına neden oldu. Hatta Brezilya maçında, Zaireli Mwepu İlunga’nın sabırsızlığı nedeniyle tarihe geçen o duran toptan sonra efsane spiker John Motson onlar için “Afrikalı cahilliğinin garip bir anı” kelimelerini sarf etmişti. Bu gibi kolonyalist Avrupalı yaklaşımları nedeniyle Zaireli futbolcuların Dünya Kupası’ndan önce hiç yeşil saha görmemiş olduklarını düşünenlerin sayısı az değildi. Kupa boyunca karşılık veremeden yedikleri 14 gol de bu algının değişmesine hiç yardımcı olmadı.
“1974’te harika bir takımdık” diyor Leoparlar’ın o zamanlardaki kilit oyuncusu Etepe. “Birçok oyuncu o sene içinde Afrika Kupası’nı kazanmış olan kadronun içindeydi. Zaire kulüplerinden Vita Club da o sene CAF Şampiyonlar Ligi’ni kazanmıştı. Çok tecrübeli bir kadroya ve teknik direktöre sahiptik.” Bütün bunların yanında kadronun üzerinde 1960 yılında Amerika destekli askeri darbe ile ülkenin başına gelen Mobutu Sese Seko gibi bir baskı unsuru vardı. Mobutu diğer devlet liderleri gibi futbolu kullanarak ülke içindeki popülaritesini sağlamlaştırabileceğinin farkındaydı. Bu yüzden milli takıma da büyük yatırım yapıyordu. Mobutu, Belçika’da profesyonel olarak futbol oynamış olanları ülkeye kabul etti, gelecek vadeden futbolcuların ise yurtdışına transfer yapmasına yasak koydu ve milli takımın başına da yabancı bir hoca getirdi.  O Dünya Kupası’na kadar her şey yolunda gitti. Olay adam Mwepu İlunga anlatıyor: “Mobutu bizim babamız gibiydi. Dünya Kupası finallerine katılmaya hak kazandığımız zaman hepimize birer ev ve araba vermişti.”  Ancak Mobutu’nun bu hediyelere karşılık olarak beklediği şeyler vardı…

Zaire, Dünya Kupası’nda İskoçya, Yugoslavya ve Brezilya’nın bulunduğu zorlu bir gruba düştü. İlk maçta İskoçya’ya 2-0 yenildiler. Yugoslavya karşılaşmasından önce paralarının ödenmeyeceğini öğrenen futbolcular, sahaya çıkmak istemedi. Belki de böylesi onlar için daha hayırlı olacaktı.
Yugoslavya maçı onlar için bir facia oldu. Maçın ilk 20 dakikasında 3-0 geriye düşünce Zaire teknik direktörü Vidinic, İskoçya karşısında iyi bir maç çıkaran kaleci Kazadi’yi oyundan çıkartarak yerine 1.65’lik kaleci Dimi Tubilandu’yu aldı. Kimileri Yugoslavyalı Vidinic’in, ülkesine bir “kıyak” yaptığını kimileri ise Tubilandu’nun Zaire hükümeti içerisine sahip olduğu nüfuzlu arkadaşlıklar sayesinde forma şansı bulduğunu söyledi ancak Vidinic bunun bir “devlet sırrı” olduğunu söyleyerek konu hakkında hiçbir açıklamada bulunmadı. Yedek kaleci Tubilandu son düdüğe kadar kalesinde 6 gol gördü ve maç 9-0 gibi tarihi bir skora sahne oldu. Etepe 9 golün nedenini şu şekilde açıklıyor: “İskoçya karşısında iyiydik ancak Yugoslavya karşısına çok yorgun olarak çıktık. Şimdiki Afrikalı oyuncuların çoğu Avrupa’da oynuyor; biz Afrika Kupalarında tecrübeliydik. O seviyede oynayacak tecrübeye sahip değildik.”
Zaire’nin artık kupada bir iddiası kalmamıştı. Görünürde Brezilya maçına sadece prestij için çıkacaklardı, gerçekte ise hayatları için oynayacaklardı! “Maçtan sonra Mobutu otele korumalarını gönderdi. Oteli bütün gazetecilere kapattılar ve eğer Brezilya’ya 4-0 kaybedecek olursak evimize dönemeyeceğimizi söylediler” diye hatırlıyor Mwepu. Mobutu Brezilya karşısında onlara “3 handikap” vermişti. Maçı 3-0 kaybederlerse bir sorun yoktu, böyle bir senaryoda cezalandırma korkusu olmadan evlerine dönebileceklerdi. Bu şartları göz önünde bulundurursanız Mwepu’nun nasıl bir stres altında bu hareketi yaptığını daha iyi anlayabilirsiniz. Bitime 5 dakika kalmıştı ve Brezilya 3-0 öndeydi. Zaireliler hayatları için oynuyordu fakat Brezilyalılar bundan habersizdi!



Zaireliler topu ayaklarında tutarak zaman öldürmek istiyorlardı, aksi halde Mobutu onları öldürecekti! Mwepu hareketinin nedeninin futbolun en temel kurallarından birinden habersiz olmasından değil, hayatlarının tehlikede olmasından kaynaklandığını “Panikledim ve Rivelino daha hareketlenmeden topa vurdum. Onlara ‘Sizi p.çler!’ diye bağırdım. Nasıl bir baskı altında olduğumuzu bilmiyorlardı” sözleriyle anlatıyor. Bu reaksiyonu anlaşılabilirdi; gol yemeleri halinde ülkelerinde onları ve ailelerini bekleyen despotik bir lider vardı. Mwepu’nun bu hareketinin nedeni dalgınlık veya cahillik değil takımını kaprisli ve despot bir liderin ellerinden kurtarmak istemesiydi. Almanya’ya Afrika’nın kahramanları olarak giden takım evlerine unutulmuş olarak döndü. Kupayı Almanya kazandı ama 1974’ün en iyi hikâyesi Zaire’ye ait. Son söz Mwepu’nun: “Çok gururlanmıştım, hala da bundan gurur duyuyorum. Orada siyahları ve Orta Afrika’yı temsil ettik. Dünya Kupası’ndan zengin olarak döneceğimizi düşünüyorduk ama oradan meteliksiz olarak döndük. Şimdiki halime bakın, bir serseri gibi yaşıyorum!”


Wednesday, February 28, 2018

DÜNYA TARİHİNİN EN "KİRLİ" TAKIMI






Ersun Yanal'ın kariyerinin başında çalıştırdığı Ankaragücü ve Gençlerbirliği'nin çok karakteristik bir özelliğinden yakınırdı rakipleri. Kendi takımları atağa kalkarken, Yanal takımları onları henüz rakip sahada, çok sert olmayan taktik faullerle durdurur, böylece kart görmez ama aynı zamanda önemli bir rakip atağı da kesmiş olurdu. Bunun dışında Türk futbol tarihi boyunca, takım halinde, istikrarlı olarak rakibe sertliği benimsemiş takımlar çok azdır. Bu tür futbolcular vardır ama bunlar bireysel bazda kalmışlardır. Genelde sert oyunu benimsemiş takımların bu özellikleri, sezon içerisindeki birkaç maçta rakipleri tarafında dile getirdiklerinde göze çarpar o kadar. Yanal'ın bu taktik faullerinin ise unutulmamalı ki aşırı sertliğe kaçan bir tarafı yoktur, genelde rakip ataklarını daha tam anlamıyla olgunlaşmadan bitirmeyi amaçlar. Zaten günümüzde iletişim araçlarının yaygınlaşması ve maç görüntülerinin sayısız kamerayla incelenebilme imkanı, sertliği başarıya giden yolda araç olarak kullanmayı düşünen takımlar için çok net bir caydırıcı....Birkaç sene önce Tony Pulis'in Stoke City'si icin de ayni seyler soyleniyor ve Pulis'in soyunma odası konuşmalarının, futbolcuları isteyerek veya istem dışı bir sertliğe yönelttiği rakiplerince iddia ediliyordu. Ama ortada bu imkanlar yokken, dünya tarihinin en "kirli" takımı, saha içindeki istikrarlı sertlikleriyle dünya tarihinin en başarılı takımlarından birisi oldu. Osvaldo Zubeldia'nin meşhur Estudiantes'inden bahsediyorum.


"Başarıya, güllerden oluşan bir yoldan geçerek ulaşamazsınız"...Bizzat Zubeldia'nın ağzından çıkmış olan bu söz Estudiantes La Plata'nın 60'ların sonlarında estirdiği fırtınanın tarifi olmuştur adeta. Takım 1967'de tarihinde ilk kez şampiyon olmakla kalmamış, ilk kez "orta karar" bir takım Arjantin Ligi'nde bu başarıya ulaşmıştı. Zira daha önce şampiyonluk 5 büyüğün tekelindeydi. Yani Boca Juniors, River Plate, Racing Club, Independiente ve San Lorenzo. Onların açtığı yoldan daha sonra Velez Sarsfield ve Chacarita Juniors gibi kulüpler de geldiler. Estudiantes, Arjantin'i fethetmekle kalmadı. 1968-70 arasında 3 kez üstüste Libertadores Kupası'nı evine götürdü ve 1968'de aynı zamanda Kıtalarararası Kupa'da Manchester United'a 2 maç sonunda üstünlük sağlayarak dünyanın en büyüğü oldu. Zubeldia'nın takımındaki Ramon Suarez, daha sonra Arjantin'i dünya şampiyonluğuna taşıyacak olan Carlos Bilardo, Juan Sebastian Veron'un babası Juan Ramon Veron, Nestor Togneri, Carlos Pachame gibi oyuncular kadronun önemli elemanlarıydı.


Bu kadro başarılarına rağmen bir şehir efsanesi gibi oradan oraya yayılan kötü şöhretleri sebebiyle oldukça tepki görmüştür. Hatta "anti-futbol" lafının Estudiantes ile birlikte çıktığı söylentileri dolaşır. Örneğin Carlos Bilardo'nun, maçlar sırasında yanında, rakiplerine batırmak için raptiye taşıdığı bugün hala bilinen bir şehir efsanesidir. Arjantin futbolunun meclise giren ilk futbolcu kökenli ismi olan ve ülke tarihinin bir başka olay adamı (onun hikayesini ayrıca anlatmak gerekir), Boca efsanelerinden Antonio Rattín bunun bir şehir efsanesinden öte gerçek olduğunu savunur. Juan Ramon Veron, Zubeldia'nın maçlar öncesi sadece rakiplerin taktik teknik özelliklerini değil, zayıflıklarını, karakterlerini, özel hayatlarındaki çalkantıları da araştırdığını itiraf etmiş, böylece rakiplere karşı saha içinde kullanabilecekleri kozlarla maça çıktıklarını belirtmiştir. Örneğin Estudiantesli oyuncular bir av partisinde yanlışlıkla arkadaşını öldüren Independiente'li oyuncuya maç boyu "katil" diye seslenmiş, Carlos Bilardo ise annesiyle çok yakın olan ve onun karşı çıkmasına rağmen evlenen ve 6 ay sonra da annesinin ölümüne şahit olan Racing kalecisine maç sırasında gidip "Tebrikler, sonunda anneni öldürmeyi başardın" demiştir. Bilardo aynı zamanda tıp alanında öğrenimini görmüş bir isim olarak (kendisi bir jinekologdur), maçlarda bazı bilgileri kullanmış, örneğin Racing defans oyuncusu Roberto Perfumo'nun eşinin aldırdığı bir kisti kullanarak oyuncuyla alay etmiş, bunun üzerine Perfumo, Bilardo'nun karnına bir yumruk sallamış ve oyundan atılmıştır. 1969 yılında oynanan Kıtalararası Kupa'nın ikinci maçında, Milan karşısına çıkan Arjantinli oyuncular ısınma hareketleri sırasında topları Milanlılara nişanlamıştır kasten.


1968 yılında Libertadores Şampiyonu olarak Manchester United ile oynadıkları Intercontinental Cup, yani Kıtalararası Kupa maçı ise bu kötü şöhretlerini perçinlediği 2 ayaklı mücadeleye sahip olmuştur. Estudiantes'in 1-0 kazandığı bu maç sırasında Dennis Law'un saçı çekilmiş, George Best karnına bir yumruk yemiş, Bobby Charlton da Bilardo tarafından yediği bir kafa darbesi sonucu dikişlere ihtiyaç duymuştur. Bu maçı Matt Busby sonradan "topu ayağınızda biraz fazla tuttuğunuzda hayatınız tehlikeye giriyordu" şeklinde yorumlamıştır. Ama en çok acıyı Nobby Stiles çekmiştir. Maç boyu rakip oyunculardan her türlü tekme, yumruk, dirsek ve tükürüğü yiyen Stiles buna rağmen hakemleri inandıramamış (hatta bir ara yan hakem orta hakemi, Stiles'ın Bilardo'ya çok yakın durduğu konusunda uyarmıştır) sonunda çileden çıkıp yan hakeme el hareketi yaptığı için (V-Sign) orta hakem, Paraguaylı Hugo Sosa Miranda tarafından kırmızı kart görmüştür.


Biletlerin 10 şilinle 3 pound arasında değiştiği efsane rövanş maçında ise Estudiantes maçın başında Veron'un golüyle öne geçmiş, maç sonuna kadar aynı sertliği uygulamış, Law'a 4 dikiş atılmış en sonunda çileden çıkan George Best 88. dakikada Jose Hugo Medina'nın suratına kroşeyi çakmış, ardından Nestor Togneri'yi yere sermiş, Yugoslav hakem Konstantin Zecevic hem Best hem de Medina'yı oyundan atmış, Best giderayak bir de Medina'ya tükürmüştür. İngilizler seyirciler Medina'nın soyunma odasına gideceği tüneli bozuk para yağmuruna tutmuş, aynı tepki 1-1 biten maç sonunda kupayı kazanan Estudiantes'in maç sonrası yapmayı planladığı turda da sürmüş ve Arjantinliler çareyi soyunma odasına kaçmakta bulmuştur. Aşağıda bu maç sırasında sakatlanan Pat Crerand'ın soyunma odasındaki tedavisi ve yanı başında bekleyen kızı görülüyor.



2 yıl sonra Estudiantes'in karşısına bu sefer Hollanda'nın ilk uluslararası şampiyonu Feyenoord dikilir. Feyenoord'un direktörü Guus Brox maçı 2 ayak üzerinden oynamak istemez, zira Los Pincharratas'ın ününü bilmektedir. Ancak Feyenoord'lu futbolcuların bazıları da sertlikleriyle tanınmaktadır. "De Kromme" Willem van Hanegem başta olmak üzere Theo Laseroms, Rinus Israel, Johan Boskamp gibi oyuncular maçı oynamak isterler.


Feyenoord 1970 Ağustosunda 28 saatlik bir uçuştan sonra Buenos Aires'e ulaşır. Ardından La Plata'ya geçer ve 200 kişinin koruduğu bir askeri binada kampa girer. Maç günü gelir çatar. Feyenoord'a stadyuma kadar askeri bir ekip eşlik eder, ardından da sahaya çıkarken para yağmuruna tutulurlar. Estudiantes, kaleci Eddie Treijtel'in 2 hatasıyla 2-0 öne geçer ama Van Hanegem ve Kindvall eşitliği yakalarlar. Oradan sakatsız ayrılma geleneği yoktur ki gelenek bozulmaz. Van Hanegem'in parmağı kırılır. Feyenoord buna rağmen Arjantin'den beraberlikle çıkmayı başarır. 


Rövanş maçında De Kuip'ta mahşeri bir kalabalık vardır. Feyenoord hocası Ernst Happel, maç öncesi Joker olarak düşündüğü, futbol sahasında gözlükleriyle yer alan Joop van Daele'yi Coen Moulijn'ın yerine ikinci yarı oyuna sürer. Van Daele de 65. dakikada görevini yapar ve topu ağlara gönderir. Feyenoord 1-0 öne geçmiştir. Golden sonra Estudiantes'li oyuncular B Planı'nı devreye sokarlar. Kaptan Oscar Malbernat, Van Daele'nin gözlüğünü gözünden alır, ve bir kafa atar, yere düşen Van Daele çabucak toparlanır, gözlüğünü almak için Malbernat'ın peşinden koşar ama Malbernat gözlüğü takım arkadaşı Pachame'ye verir. Pachame de gözlüğü ortasından ikiye kırar. Hakem bu hadiseyi görmemiştir. Feyenoord doktoru Gerard Meijer gözlüğü onarmaya çalışır ama başaramaz. Van Daele son 10-15 dakika oyundan çıkmak zorunda kalır. 2005 yılında Pachame bu olayla ilgili bir röportajda "adam onlar hücumdayken gözlüğünü takıyor, biz hücumdayken çıkarıyordu ve bu da kurallara aykırıydı, biz de gözlüğünü aldık" şeklinde kendini savunmuştur.


Buna rağmen, Feyenoord Estudiantes'i 1-0 mağlup ederek kupayı kazanır. Van Daele maçın adamı seçilir. Futbol kariyeri sonrası gözlük işine girmesi için teklifler alır, 1972'de kontak lensleri kullanan ve onlarla gol atan ilk oyuncu unvanını alır. Bugün o meşhur kırılmış gözlük, Feyenoord müzesinde sergilenmektedir.



Drazen Petrovic'in mirası



Drazen Petrovic, dünyanın öbür ucundaki Polonya'dan Portland'daki dostu Avukat Nick Goyak'ı aradığında, tarih Haziran 1993'tü. Petrovic, Avrupa Basketbol Şampiyonası elemelerinde Hırvatistan'ı temsil ettiği sırada çok önemli bir haber almış, alır almaz da Portland'dan New Jersey'e gittikten sonra bile neredeyse her gün görüştüğü dostuna güzel haberi vermek için telefona sarılmıştı: Hırvat yıldız, kariyerinin zirvesindeydi. NBA'in en iyi üçüncü beşine seçilmişti.

"Nick, ligin en iyi 15 oyuncusu arasına girdim. Bunun benim için anlamı çok büyük." Goyak, o konuşmayı daha dünmüş gibi hatırlıyor: "Bana söylediği son şey bu oldu: Kendisiyle gurur duyuyordu."

Bu onuru yaşamak için fiziksel ve mental engellerle dolu, engebeli bir yoldan geçmiş; çevresindekilerin bakış açısını değiştirip saygısını kazanmak için zorlu bir savaş vermişti. Avrupa'dan NBA'e geldiğinde Amerika'daki herkes için büyük bir merak konusuydu. Hakkında bilinen tek şey, çıkış yaptığı dönemde sergilediği yetenekler sebebiyle Mozart lakabını almış, gösterişli bir oyuncuyu olduğuydu. Amerikalı yazarlar onu yeni Pete Maravich olarak nitelediler. Kendine özgü tarzını ve ifadesini anlatmak için en iyi yol buymuşçasına, onu bir çeşit gösteri sanatçısı gibi lanse ettiler. Fundamental’ının kusursuzluğu ise ikinci planda kaldı.

Maalesef, Mozart'ın tarzı NBA'e çok uygun değildi. Petrovic oyununu değiştirmesi gerektiğini çabuk fark etti. Burada kendini zorla kabul ettirmesi mümkün gözükmüyordu. En mantıklı yöntem, buraya uyum sağlamak olacaktı. Fiziği değişti, oyunu değişti ve başarılı olma arzusu tavan yaptı. Trail Blazers'da geçirdiği ilk yılda eline geçen fırsatlar çok sınırlıydı ama Nets'te elde ettiği şansı sonuna kadar kullandı. Sonraki iki yıl içerisinde NBA'in en iyi üçüncü şutör guard'ı haline geldi. Avrupalı oyunculara pek uygun olmayan bu ortamda, All-NBA takımlarından birine seçilen ilk Avrupalı oyuncu oldu.

Goyak, Petrovic'in sesindeki heyecanı yanlış anlamadığından emin. Drazen kendini basketbola ve yetiştiği ülkeye adamış, bu büyük gururu yaşamayı sonuna kadar hak etmiş genç bir adamdı. Bu onur, lige ilk geldiği vakitler Avrupalılar'ın burada başarılı olamayacağını, stil ve fizik olarak buraya uygun olmadıklarını söyleyen bakış açısına karşı kazanılmış bir zaferdi aynı zamanda. Petrovic bu bakış açısını değiştirmeye, insanların dikkatini çekmeye, saygısını kazanmaya ve beklentilerini yükseltmeye kararlıydı.

Bu başarı, inandığı her şeye bir geçerlilik kazandırdı. Henüz 28 yaşında ve NBA'deki dördüncü sezonunda bir zirveyi daha aşmıştı.

İki arkadaş o gün birbirleriyle vedalaştı. Goyak, halihazırda büyük başarılara imza atmış bu genç adamın bu ödülle daha da ateşleneceğini hissediyordu.

İki gün sonra, Petrovic hayatını kaybetti.




Trail Blazers'ın basketbol operasyonlarından sorumlu başkan yardımcısı Bucky Buckwalter, 90'lı yıllarda, Avrupalılar'ı NBA'e uygun bulmayan pek çok yöneticinin aksine yaşlı kıtadaki oyuncuların önemli bir potansiyele sahip olduğuna inanıyordu. Fransa'da koçluk yapan George Fisher onun bu görüşüne katılan az sayıdaki vatandaşından biriydi.

"Bence NBA'deki koçlar başlarda biraz isteksizdi. Çünkü Avrupalı oyuncuların mızmız olduğu gibi bir izlenim vardı" diyor Fisher. "Yeterince sert oynayamadıkları düşünülüyordu. O zamanlar görüştüğüm koçlar hep bundan bahsederdi."

Buckwalter, eski meslektaşıyla sürekli olarak Avrupa'daki üst düzey oyuncular hakkında konuşur ve sohbetin konusu dönüp dolaşıp her zaman şu iki oyuncuya gelirdi: Drazen Petrovic ve Arvydas Sabonis.


O dönem Petrovic ve Sabonis arasında büyük bir rekabet vardı. Karşılaşacakları maçların heyecanı, hava atışından günler önce başlardı. Petrovic'in 1985-86 sezonunda oynadığı Cibona Zagreb'de koçluğunu yapan Zeljko Pavlicevic o maçların önemini şöyle anlatıyor: "Drazen için Sabonis'e karşı oynadığı maçların iki ayrı anlamı vardı: Birincisi, maçı kazanmak; ikincisi, Avrupa'nın en iyi oyuncusu olduğunu göstermek. Onun için bu çok önemliydi." İki oyuncu, Avrupa basketbolunun en prestijli bireysel ödüllerini kazanıp Euroleague şampiyonluğu için mücadele ettikleri sırada, bir yandan da medyadan birbirlerine göndermeler yapıyordu (1986'da Petrovic'in Cibona'sı, Sabonis'in Zalgiris'ini yendi).


Buckwalter her fırsatta Avrupa'ya gidip bu iki oyuncuyu izliyordu. Petrovic’in onu etkileyen ilk özelliği zeka ve fundamental'ı estetik bir tarzla bir araya getirmesiydi: "NBA'de oynayacak kadar yetenekli olduğuna ikna olmuştum. Onu izlediğim ilk günden itibaren formu mükemmeldi. Kendi kendime "Şut tekniğiyle ilgili eğitici bir video hazırlayacak olsam, bu adamı örnek olarak kullanırım. Tek kelimeyle kusursuz" dedim."


Blazers'ın sahibi Larry Weinberg'in de izniyle Buckwalter 1986 NBA Draft'ında Sabonis ve Petrovic'i seçti. Ancak kimse Avrupalı bir oyuncuyu NBA'e gelmeye nasıl ikna edeceğini bilmiyordu.


Petrovic'in NBA'e gelmesi için üç yıl geçmesi gerekti. 25 yaşındaki Hırvat yıldız, Avrupa'da sözünü verdiği bütün başarılara ulaştıktan sonra 1989-90 sezonunda Yeni Dünya'ya ayak bastı. Menajerliğini o dönem Avrupa basketbolu konusunda en bilgili insanlardan biri olan Warren LeGarie yapacaktı. Legarie, lig tarihinin ilk Batı Avrupalı oyuncusu İspanyol Fernando Martin'i de temsil etmişti. NBA oyuncuları karşısında kendini ispatlayamamış basketbolcularla çalışmak konusunda tecrübeli bir isimdi.


"Yöneticiler fark yaratabilecek, özel bir oyuncu istiyordu. Sorun çıkaran ise koçlardı" diyor LeGarie, o yıllarda Avrupalı oyuncuları temsil etmenin zorluklarından bahsederken. "Onların gözünde Avrupalılar rekabet için değil pazarlama için getirilen oyunculardı. Birçok koç iletişim kurmakta zorlanacaklarını, özellikle duygusal anlamda şiddetli, gergin anlarda kendilerini ifade edemeyeceklerini düşünüyordu. Akıllarının bir köşesinde hep bu düşünce vardı."


Petrovic'in Portland'daki döneminde canını sıkan şey, iletişimden ziyade fırsat bulamamasıydı. Yanlış zamanda yanlış yere gelmişti: All-Star guard Clyde Drexler'ın arkasında Blazers bench'inin dibine demir atmıştı. Ama bu durum kendine olan inancını asla azaltmadı: "Bana her zaman şöyle derdi: Yapabilirim, başarabilirim, oynayabilirim. Koç beni kullanmayarak aptallık ediyor." Bu sözler, Petrovic'le önce Yugoslavya sonra Hırvatistan Milli Takımı'nda beraber oynayan Dino Radja'ya ait.


Petrovic Portland’daki ikinci sezonunun başında da istediği şansı bulamamıştı, ta ki New Jersey Nets'e takas edilene kadar. Kendini kanıtlamak için yanıp tutuşan genç adam, menajeri aracılığıyla ve bizzat bu takasın gerçekleşebilmesi için bastırdı. Onun için Avrupa'yı fethetmek yeterli değildi. Çalışarak ve gelişerek yoluna devam etmek zorundaydı. Petrovic'in dünyasında kendinden memnun olmak bir tuzaktı ve tembellik affedilmez bir suçtu.


New Jersey onun için doğru adres oldu. Portland'dayken Buckwalter'ın ona verdiği desteğin benzeri Nets genel menajeri Willis Reed'den geldi. Reed'e göre Petrovic kendini kanıtlaması gereken bir guard’dan ziyade zaman verilip sabır gösterilirse büyük bir yıldıza dönüşebilecek bir potansiyeldi. Yeni takımına geldiğinde işlerin Portland'daki kadar zor olacağı ama ligin kalburüstü guard'larından biri olma şansına sahip olduğu söylendi.


*


"Drazen'in kendine özgü bir tarih anlayışı vardı ve NBA konusunda dersine çok iyi çalışmıştı" diyor o dönem Nets'de asistan koçluk yapan Rick Carlisle. "NBA tarihini biliyordu. Avrupalı oyuncular açısından tarih yazdığını da biliyordu. O buraya sadece basketbol oynayıp para kazanmaya gelmemişti. Çığır açmak, NBA'de gerçekten büyük başarılara imza atan ilk Avrupalı oyuncu olmak istiyordu."


Sonraki sezon New Jersey'de ilk beş başlama ihtimali ortaya çıkınca, Petrovic 1991 yazında kendini spor salonuna kapattı. Oyununu ve vücudunu NBA'de karşılaşacağı zorluklara hazır hale getirmek için Nets'in kondisyoneri Rick Dalatri'yle beraber bütün yaz durmadan çalıştı. Dalatri o günleri şöyle anlatıyor: "En iyisi olmak istiyordu. Olabileceğinin en iyisi olmak, NBA'de oynayabileceğini herkese kanıtlamak istiyordu. Bu ikincisi çok önemliydi: "NBA'de oynayabileceğimi herkese kanıtlayacağım" diyordu. Sonradan bunu çok önemsemedi. Sezon başladıktan kısa süre kendiyle yarışmaya başladı. Kendi sınırlarını keşfetmek istiyordu."


Petrovic, 91-92 sezonunda %50 saha içi isabet oranıyla maç başına 20.6 sayı attı. En Çok Gelişme Gösteren Oyuncu Ödülü oylamasında ikinci oldu ve Nets'in play-off'taki ilk maçında rakip potaya 40 sayı gönderdi.


Boston Celtics'te dört sezon forma giyen Radja, bu sayıların önemini şöyle anlattı: "O günlerden evvel Avrupalılar'ın NBA'de başarılı olabileceğini düşünen kimse yoktu. O başardıktan sonra herkes bize inanmaya başladı."


Petrovic, Barcelona'daki 1992 Yaz Olimpiyatları'nın yıldızlarından biri olduktan sonra 1992-93 sezonunda daha iyi, daha gelişmiş, daha komple bir oyuncu olarak NBA'e geri döndü. Artık bir şutörden daha fazlası olmak istiyordu. 22.3 sayı ortalamasıyla sayı krallığında dokuzuncu olup Nets'i ikinci kez üst üste play-off'lara taşıdı. Ama geleceği belirsizdi. All-Star Maçı'na seçilmemesi canını sıkmıştı. Eski bir takım arkadaşına basketbol dışı sebeplerden, belki de kimsenin farkında olmadığı bir yabancı düşmanlığından ötürü performansının küçümsendiğini söyledi. O yaz kontratı bitecek olmasına rağmen Nets'in yeni kontrat görüşmeleri için aceleci davranmaması onun için hak ettiği değeri görmediğinin işaretiydi. Avrupa'ya dönmesi için yapılan teklifler söylentileri iyice artırdı. Nets'in Cavs'e ilk turda elenmesinin ardından Petrovic muhabirlere NBA'deki işinin bittiğini söyleyecekti.



Geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki Petrovic'i diğer Avrupalı çağdaşlarından ayıran sadece yeteneği değilmiş. Hırvat oyuncu, nev-i şahsına münhasır cesareti ve kendine güveniyle öne çıkmayı başardı. Daha önce lige gelen Avrupalılar'da böyle bir tavır görmemiştik. Onlar kısıtlı roller oynamayı kabullenmişti. Ama onun bu kendine özgü havası, NBA'de bir geleceği olacağından şüphe eden sonraki nesillere umut verdi. Petrovic bir rol oyuncusu muamelesi görmeyi kendisine hakaret saymıştı.


New York Times'dan Harvey Araton'a göre "Drazen, kendini bir yıldız gibi taşıyan ilk Avrupalı'ydı. Sahadaki beden diliyle bunu söylüyordu. O günlerde NBA'de yaşanan değişimin ilk yansıması oydu. Ligin Amerika doğumlu yıldızları, gelecekte bu değişimle yüzleşmek zorunda kalacaktı."


Ve bir gün, ansızın bizi bırakıp gitti. Sıradan gözüken ama tüyler ürpertici bir olaylar dizisi Petrovic'in hayatına maloldu: Son anda genç bir arkadaşının arabasıyla yolculuk yapmaya karar verdi. O arkadaş gaza biraz fazla bastı. Alman otobanının yolları normalden biraz daha ıslak ve kaygandı. Ölümü başta ailesi olmak üzere pek çok insanı derinden sarstı. Nets koçu Chuck Daly onun ölüm haberini aldıktan sonra istifa kararı aldı ama Reed'e olan saygısı sebebiyle görevine (ancak bir sezon daha) devam etti. Heyecan verici bir potansiyele sahip olan Nets organizasyonu kendi kendini yok ederek düşüşe geçti. Barcelona'da gümüş madalya kazanan Hırvatistan Milli Takımı, 90'ların kalanında ortalarda gözükmedi. Petrovic arkasında etkileyici bir kariyer bıraktı ama hayranları yapacak daha çok şeyi olduğunu söylüyordu.


Ligin tarihini değiştirdiği ise sonradan anlaşıldı. Ölümünden sonra Hırvat oyuncular Dino Radja ve Toni Kukoc ligin en iyi ikinci çaylak beşine seçildi. Alman forvet Detler Schrempf sonraki 10 yılda üç kez All-Star'a ve Petrovic gibi ligin en iyi üçüncü beşine seçildi. 2001'de Dirk Nowitzki tekrarlayana dek bu başarıyı yakalayan kimse olmayacaktı. Hemen sonraki sezon All-Star maçında iki Avrupalı oyuncu oynayacaktı (Nowitzki ve Peja Stojakovic).


Drazen Petrovic'in Basketball Hall of Fame'e seçilmesi de bu dönemde oldu. Geçen yıllarda hızla bütün dünyaya yayılan bu spora, uluslararası anlamda büyük katkıda bulunanlardan biriydi. O, gelecekte olacakları önceden sezmiş ama görmesine ömrü vefa etmemişti. Ancak yakınlarının söylediklerine bakılırsa, Petrovic düşüncelerinin doğruluğunu görecek kadar yaşamıştı zaten.


Yazı: Todd Spehr



 
eXTReMe Tracker