Thursday, July 09, 2015

Alioum Saidou: "Türk futbolcusu Avrupa'ya çıkmalı!"


15 yıl önce Kamerun'dan geldiği ülkemizde birçok takımın formasını giydi, Galatasaray'la lig, Kayserispor'la kupa şampiyonlukları yaşadı. Hayatını Türkiye'de sürdürmeyi tercih eden, TFF'nin açtığı kurslarda antrenörlüğe adım atan ve Başakşehir'in scout ekibinde yer alan başarılı futbol adamıyla, 15 yıldır içinde bulunduğu Türk futbolunun röntgenini çekmeye çalıştık. Artık bizden biri olan tecrübeli yıldız, altyapıdan hakemliğe, tesisleşmeden antrenörlüğe geniş bir yelpazede çok çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.
Röportaj: Mazlum Uluç
Kamerun'dan Türkiye'ye uzanan futbol hikâyenin en başına bakarak bize neler anlatırsın?
Her çocuk gibi ben de sokaklarda top oynayarak başladım futbola. 4 yaşındayken arkadaşlarımla kendi yaptığımız toplarla futbol oynardık. Sürekli topun peşinde koşar ve futbol oynamaktan büyük keyif alırdım. Mahallemizde futbolla ilgilenen ve futbolu çok seven ağabeylerimiz vardı. Ben de sürekli onları izlemeye giderdim. Zamanla onları örnek alarak futbolcu olmak istedim.
Peki, profesyonel futbol hayatın nasıl başladı?
Mahallede en iyi futbol oynayan bendim. O zamanlar ileride oynardım. Profesyonel olarak başladığımda da hocalarım bana yeteneklerimi göz önünde tutarak forvet arkasında görev vermişti. 10 numara gibi oynuyordum. Adam eksiltebilen ve oyunu kuran bir oyuncuydum. O dönemde Kamerun'da yeni yeni futbol okulları açılmaya başlamıştı. Songgibi, Eto'o gibi oyuncular bu okullardan gelmiş ve profesyonel olmuş oyuncular. Ben Kamerun'da Başkent'ten oldukça uzak bir şehirde yaşıyordum. Türkiye'den örnek vermek gerekirse Ankara'da değil de Denizli'de yaşıyormuş gibi… Ama gösterdiğim başarı sayesinde başkentteki futbol okuluna gitmeye hak kazandım ve böylelikle profesyonel futbol hayatım başlamış oldu.
Afrika'dan Avrupa'ya geçişin İstanbulspor'a transferinle gerçekleşti. Bize o hikâyeyi de anlatır mısın?
Futbol okulundan sonra Kamerun'un en iyi takımına transfer oldum. Kaleci Souleymanou Hamidouda o takımında forma giyiyordu. Dolayısıyla kendisiyle deçok eski yıllara dayanan dostluğumuz var. 1997 yılında Kamerun Ümit Millî Takımı'na seçildim ve 2000 yılına kadar da takımın kaptanlığını yaptım. Eskiden Türkiye Ligi'ndeki takımlar futbolcu transferleri yapmadan önce oyuncuların kasetlerini izlerdi. İstanbulspor'un teknik ekibi de Kamerun Ümit Millî Takımı'ndan bazı oyuncuları izlerken dikkatlerini çekmişim. Takım kaptanı olmam da dikkati çekmemdeki faktörlerden birisiydi sanırım. O dönemde İstanbulspor'da bulunan Adnan Sezgin, Teknik Direktör Ziya Doğan ve yardımcısı Abdullah Avcı beni kasetlerden beğenerek deneme amaçlı İstanbul'a çağırdılar. Türkiye hikâyem 1999 yılında böyle başladı.
Çok uzun süreler Türkiye'de futbol oynadın. İstanbulspor, Galatasaray, Malatyaspor, Kayserispor hatta son olarak kısa bir süre de Sivasspor…Bu takımlarda yaşadığın en çarpıcı anılar, unutamadığın günler, unutamadığın başarılar hangileriydi?
Her gittiğim takımın kendine ait farklı farklı hikâyesi var tabiî. Bazılarında kısa süre oynamış olsam da hepsinin kendine ait bir hikâyesi var. Ama Türkiye'de en önemli şey nasıl oynadığınız olduğu için benim açımdan da en önemlisi şampiyon olmak. Galatasaray'da bunu başardım. Aslında beni Saidou yapan İstanbulspor'du ama daha sonra Galatasaray'a geçtim ve şampiyonluğu orada yaşadım. Ayrıca Türkiye'nin en büyük kulüplerinden biri olduğu için de Galatasaray bende önemli bir yere sahip. Daha sonra Kayserispor'da da çok başarılı üç sezon geçirdim. O üç sezon içerisinde hem Türkiye Kupası'nı kazandık hem de ligde sürekli üst sıralara oynadık. Kayserispor'un ligden düşmesine çok üzülmüştüm ama bu sezon şampiyon olarak geri dönmelerine de aynı oranda sevindim.
Türkiye'de futbol oynadığın dönemin oyuncularından bir takım yapsan kadroya kimleri koyarsın?
Zor bir soru, çünkü gerçekten çok sayıda futbolcu var. Benim yapacağım kadro daha yakından tanıdığım ve çoğu birlikte oynadığım oyunculardan, dolayısıyla da ağırlıklı olarak Galatasaraylılardan oluşacak. Benim için en iyi kaleci Rüştü.1 numaraya onu koyarım. Sağ bekim Capone, sol bekim Hakan Ünsal olur. Stoperlerim ise Bülent ve Uche. Takımı 4-4-2 oynatacağım için orta sahayı Hasan Şaş, Selçuk İnan, Emre Belözoğlu ve Hagi'den kurarım. Forvette de Hakan Şükür-Ümit Karan ikilisi harika olur. Benim dönemimde yoktu ama Felipe Melo'nun da çok iyi bir orta saha oyuncusu olduğunu eklemeliyim.
Peki, o yıllarda birlikte çalıştığın teknik direktörlere bakarsan sana en çok katkı sağlayan hocalar kimlerdi?
Her teknik direktörün kendine özgü farklılıkları var. Türkiye'de Metin Türel'le çalışma şansım oldu. Fatih Terim Hocayla ne yazık ki çalışamadım ama onunla birlikte olmayı çok isterdim. Şenol Güneş Hocayı da çok beğeniyorum. Aynı biçimde Abdullah Avcı da hayranlık duyduğum teknik adamlardan biri. Ama onunla da çalışma şansım olmadı. İstanbulspor'a geldiğimde yardımcı hocaydı. Daha sonra çalıştırdığı takımlara beni istese de transferim bir türlü gerçekleşmedi. Birlikte çalıştığım hocalara dönecek olursam, Ziya Doğan'la kısa süre birlikte olduk. Aykut Kocaman'ın ise başlangıç döneminde birlikteydik. Birbirimize karşılıklı yardımcı olmaya çalıştık. O bizi destekledi, biz de onu… Tecrübeli isimlere gelirsek; Eric Gerets çok başarılı bir hocaydı. O sezon Galatasaray kulübü gerçekten sıkıntılı bir dönem geçiriyordu. Ekonomik anlamda problemler vardı ve başkanlık düzeyinde geçiş dönemiyle ilgili sıkıntılar yaşanıyordu. Amahem oyuncuların profesyonelliği hem de Gerets'in etkisiyle mantalite olarak hazır bir seviyeye gelebildik ve sezonu şampiyonlukla noktaladık.
Eric Gerets'in oyuncularla ilişkileri nasıldı?
Oynadığım süre boyunca gördüğüm kadarıyla hiç egosu olmayan ve oyuncularıyla birebir her anlamda ilişki kurabilen bir teknik direktördü. Oyuncuyu nasıl kazanabileceğini, nasıl motive edebileceğini çok iyi biliyordu. Hep bizim yanımızda olurdu ve birebir motive ederdi. Güler yüzlü bir insandı ve oyuncusunu fazla sıkıp baskı yapmazdı. Oyuncunun bazen bir sıkıntısı olabilir, antrenmana geç kalabilir. Gerets böyle durumlarda, bizim profesyonel futbolcular olduğumuzu bilerek ona göre davranır; üstüne basarak "Bir daha bunu yapma" gibi sözler sarf etmez, oyuncu gecikmişse mutlaka geçerli bir nedeni vardır diye düşünürdü. Buna ek olarak, oyuncularıyla birebir görüşür, ilgilenir ve karşılıklı fikir alışverişlerinde bulunurdu. Herkesi birebir tanıdığı içinde bu gibi durumlarla karşılaşıldığında olayları kötü niyetle değerlendirmez, oyuncularıyla arasında karşılıklı bir güven ilişkisi oluştururdu. Bunlar çok önemli detaylar ve Gerets bu işte gerçekten çok başarılıydı. Bu sayede oyuncularının işlerini kolaylaştıran bir hocaydı. Bunları yapan da zaten her zaman bir yerlere geliyor. Dışarıdan bakan insanlar "Bu hoca çok iyi" dediği zaman aslında o hocayı iyi yapan pek çok sebep var ve bu sebepleri de işin içerisindeki insanlar daha iyi biliyor. Bir teknik adamın başarılı olabilmesi için arkasında güvendiği bir ekip oluşturabilmesi çok önemli. Tıpkı iş hayatında olduğu gibi, her işi tek başınıza yapamazsınız. Görevleri ve sorumlulukları paylaştırabileceğiniz, güvendiğiniz ve iş bilen insanlarla bir ekip kurmanız gerekiyor. Gerets bunu yapabilen bir teknik adamdı. Aynı şeyi Başakşehir'de birlikte çalıştığım Abdullah Avcı'da da görüyorum.
15 yıldır Türkiye'de yaşıyorsun ve geldiğin günden bugüne de futboldaki değişimleri izliyorsun. Bu süreçte Türk futbolunda neler değiştiğinden söz edebilir misin? Saha içi başarılar, tesisler, altyapıdan yetenekli futbolcuların yetiştirilmesi açısından nereden nereye geldiğimizi düşünüyorsun?
Türkiye'ye çok genç bir çağımda, 21 yaşındayken geldim. O dönemde benim şansım tecrübeli oyuncularla oynayıp onlardan birçok şey öğrenebilmem oldu. O yıllarda bütün takımlarda tecrübeli oyuncular mevcuttu. Bu da benim için bir artı oldu. Bir takım sadece genç futbolculardan oluşuyorsa bir takım problemler mutlaka yaşanır. Ama tecrübeli bir futbolcu sana saha içi ve saha dışında gerekli uyarıları yapabilir. Az önce de anlatmaya çalıştığım gibi hocalar her şeyi tek başına yapamaz. Saha içinde liderlerin bulunması da gerekir ki, onlar da gençleri yönlendirerek gelişmelerini sağlayabilsin. Bugün Fenerbahçe'de Emre Belözoğlu bu tip bir oyuncu. Galatasaray'da da Hagi gibi, Popescu gibi oyuncular aynı işlevi gördü. Ben de İstanbulspor'a geldiğimde tecrübeli oyuncularla oynayabilme şansına eriştim ve onlar sayesinde kendimi geliştirebildim. Ama günümüzde artık büyük takımlarda bile genç oyuncular kaptanlık yapabiliyor. Bu kötü bir durum değil. Mesela Arda Turan genç yaşta kaptan oldu. Kaptan olduğu dönemde de kötü değildi. Fakat bana kalırsa Arda Turan şimdi kaptan olsaydı daha faydalı olurdu. Altyapı konusuna gelecek olursak, Türkiye Futbol Federasyonu hâlâ iyi niyetiyle bu konuda çalışmalarına devam ediyor. Çeşitli kulüplerde oynadım ve şunu gördüm, takımlar genel olarak altyapı konusuna gereken değeri vermemiş. Düşünebiliyor musunuz, bir Süper Lig takımının kendi altyapısında yetiştirdiği bir oyuncusu yok. Oyuncuyu geçtim, oyuncu çıkmasına yönelik herhangi bir çabası da yok. Hepsi tamamen A takıma yani o anlık başarıya odaklanmış durumda. Türkiye'de bütün takımlar hemen sonuç almak istiyor. Belki burada tek ayırabileceğimiz takım Gençlerbirliği olur. 15 sene önce geldiğimde durum aynıydı, hâlâ da aynı. Mesela örnek vermek gerekirse Arsenal büyük bir takım ve bu dönemde de büyük transferler yaptı. Ama bir yandan da altyapısından başarılı genç oyuncular yetiştirebiliyor ve iyi bir genç oyuncu yetiştirdiğinde elinde tutabiliyor. Bir başka örnek de Olympique Lyon. Lyon büyük oyuncularla beraber 7 sene Fransa Ligi'nde şampiyon oldu. Altyapıdan genç oyuncu yetiştirmeye de sürekli çabalayan bir takım. Şimdiye kadar yetiştirdiği oyunculardan biri Benzema.Şu anda gelecek vaat eden oyuncu olarak da Lacazette var. Olympique Lyon hem A takımıyla başarılı sonuçlara odaklanırken, bir taraftan da alttan oyuncu yetiştirmeye devam edebiliyor.Biliyorlar ki, mevcut oyuncuları yaşlanıyor ve bu oyuncular sürekli oynayıp başarı sağlamaya devam edemeyecek. Ayrıca tesisleşmeye de önem veriyorlar, tesisleri mükemmel. Kadın futbolunda da dünyadaki  en iyi takımlardan birisi. Bizdeki büyük takımlar böyle bir şey yapıyor mu? Yapmıyorlar. Kötü olan bu işte.Bu takımların hepsi o anki sonuçlara odaklanmış durumda. Büyük takımlar böyle yapınca diğerleri de onlara ayak uyduruyor.
Peki, tesisler açısından baktığımızda o günden bugüne ne gibi farklılıklar var?
Tesisler açısından bakıldığında, devletin ve Türkiye Futbol Federasyonu'nun yardımları olmasaydı şuanki hâline bile gelemezdi. Benim geldiğim zamandan bu zamana 15 yıllık bir süreçten bahsediyoruz ki, aslında bu zamana kadar Federasyon bile geriden gelmiş. Eğer son dönemde Riva'daki bu harika tesisler yapılmasaydı Federasyonun bile doğru düzgün bir tesisi yoktu. Böyle bir tesisten yalnızca bir tane mi olmalı? Bunun gibi en azından birkaç tesisin daha olması gerekiyor. Şuan her şey bir başlangıç ve önemli olan başlamak, hiçbir şey için geç değil. Belki biz faydalanamadık ama çocuklarımız var ve onlar böyle tesisler sayesinde bizden daha iyi bir yerlere gelebilir. Bizler iki-üç sene öncesine kadar çok ağır zeminlerde futbol oynuyorduk. Çimler çok kötüydü. Artık bunun içinde düzeltmeler yapmaya çalışıyorlar ve herşey biraz daha iyiye gidiyor. Yeni statlar yapılıyor ve Türkiye artık statlar konusunda Avrupa'nın birçok ülkesinden daha iyi hale gelmeye başladı. Bence bütün bunlarla beraber daha iyi yerlere ulaşacağımızı düşünüyorum.
15 yıllık süreçte bir de Türk hakemliğinin durumunu kıyaslayalım...
Türkiye'nin genel olarak birçok alanında ciddi gelişmeler mevcut. Sadece futboldan bahsetmiyorum. Buna ekonomi de dâhil ve ben hepsinin birbiriyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Eskiden Galatasaray UEFA Kupası'nı, Süper Kupa'yı kazanmadan ve Türkiye Millî Takımı dünya üçüncüsü olmadan önce Türkiye'deki hakemler kötü müydü? Elbette değildi. Ama o zamana kadar Türkiye futbolu dünyada bu kadar ilgi çekmediği için Türk hakemleri de şimdi olduğu kadar ön plana çıkamıyordu diye düşünüyorum. Türkiye ve Türk futbolu geliştikçe Türk hakemleri de ön plana çıkmaya başlıyor. Türk hakemleri bu sayede dünyada iyi yerlere gelmeye başladı. Bugün Riva'daki bu tesislerin dünyada iki ya da en fazla üç tane benzer örneği vardır diye düşünüyorum. Ekonomik anlamda bakarsak Türk Hava Yolları'nın yükselişi örnek verilebilir. Bütün bu gelişmelerle birlikte Türkiye dünyada ilgi çekmeye başladı. Cüneyt Çakırda hakem olarak benzer bir başarıyı gösteriyor. Bu noktaya ulaşmadan önce Türkiye'de sürekli eleştiri alıyordu. Avrupa'da gayet başarılı maçlar yönetip hep olumlu tepkiler alıyor. Ama buraya döndüğünde yine eleştirilere maruz kalıyor. Bu eleştiriler de Türk hakemliğinin gerektiği kadar ilerlemesini engelliyor. Aslında yapmamız gereken hakemleri gereksiz yere eleştirmeyi bırakıp, onlara destek çıkmamız.
Kaliteli yerli oyuncu sayısı artsın diye yabancı oyuncu sayısı 14'e yükseltildi. Buradaki amaç rekabeti artırarak yerli oyuncularımızın kalitesinin de buna paralel olarak artmasını sağlamak. Sen bu kararı nasıl değerlendiriyorsun?
Ben değişimin gücüne inanan bir insanım. Değişim doğrultusunda atılan adımlar her zaman desteklenmeli. Hâlihazırda zaten Avrupa'da buna benzer oturmuş bir sistem var. AB üyesi ülkelerdeki takımların önünde bir yabancı sınırlaması bulunmuyor. Türkiye'de AB'ye üye olsa zaten bu sistemi kullanır. Üstelik 14 yabancıya izin verilmesi sadece bir kural ve bütün takımlar 14 yabancı transfer edecek gibi bir mecburiyet de yok. Kadrosunu yeterli gören takımlar isterse hiç yabancı oyuncu da transfer etmeyebilir. Bazıları ise daha az sayıdaki yabancı oyuncuyla da yetinebilir. Tabiî ki sistemin başarılı olup olmayacağını denendikten sonra göreceğiz. Federasyon bu konuda yeni çözümler üretmeye çalışıyor ve ben başarılı bir sonuç alınabileceğine inanıyorum. Bu konuyu tartışırken Avrupa'daki örneklere bakmak gerekiyor. Aslında işin sırrı başka bir noktada. Kendi liginizin dışındaki liglerde ne kadar fazla oyuncunuz varsa, başarı oranınız da o kadar yükseliyor. Mesela bildiğim kadarıyla Fransa A Millî Takımı'nda sadece iki oyuncu Fransa Ligi'nde forma giyiyor, diğerlerinin hepsi yurtdışında oynuyor. Fransa Millî Takımı başarılı bir takım mı? Evet, başarılı bir takım. Diğer taraftan İngiltere Millî Takımı'nın bütün futbolcuları İngiltere Ligi'nde top koşturuyor. Peki, İngiltere Millî Takımı başarılı mı? Hayır, değil. Örneğin Arda Turan Avrupa'ya gitmeyip burada kalsaydı, bugün onu bu kadar konuşuyor olmazdık. Daha önce de Hakan Şükür, Tugay Kerimoğlu, Emre Belözoğlu, Nihat Kahveci Avrupa kulüplerinde oynadı ve çok önemli tecrübeler edindi. Tugay Kerimoğlu burada oynarken 29 yaşına geldiğinde yaşlandı gözüyle bakıldı. Halbuki İngiltere'ye gittiğinde 39 yaşına kadar, yani 10 yıl daha futbol oynadı. Bir de bu kuralla alâkalı olarak Türk oyuncuların hâlihazırda çok yüksek ücretler alması gösteriliyor. Bana göre Türk futbolcuları yurtdışında da forma giymeli. Böylece başarılı, üst düzey futbolcularla beraber oynayabilme şansın oluyor. Gene Arda'dan örnek verelim; Arda şuan İspanya'da Messi ve Iniesta gibi önemli futbolcularla aynı ligde oynadığı için artık onlarla oynamaya ve rekabet etmeye alıştı. Bu sayede onların karşısında çok rahat davranabiliyor. Ama buradaki takımlarda oynayan Türk oyuncu ise turnuvalarda Iniesta'nın karşısında maça çıktığında o rekabete ayak uydurmakta eksik kalıyor ve rekabette zorlanınca da "Benim ne işim var burada, ben rahat bir şekilde ülkemde oynarım" diye bir düşünce geliştirebiliyor. Fakat buraya daha çok yabancı oyuncunun gelmesi ve rekabetin artmasıyla birlikte bu düşünce de değişebilir ve Türk futbolu müthiş bir çıkış yakalayabilir.
Futbolu bıraktıktan sonra ülkene dönmek ya da Fransa'da yaşamak yerine Türkiye'de kalmayı tercih ettin. Bize bu tercihin sebeplerini anlatır mısın?
Türkiye'ye geldiğimde 21 yaşındaydım. 15 yıldır burada yaşıyorum. Yani gençlik yıllarından bugüne kadar hayatımın en anlamlı dönemini Türkiye'de geçirdim. Türk insanlarıyla karşılıklı olarak birbirimizi çok sevdik ve birbirimize alıştık. Burada bir arkadaş çevremde oluşmuş oldu. Buna ek olarak, çocuklarımda burada doğup büyüdü ve okullarına da burada gitti. Bu düzenin bozulmasını istemedim. Buradan ülkeme dönersem sıfırdan bir hayata başlamak zorunda kalacaktım. Zamanında vatandaşlık almamıştım ve şimdi bu yüzden pişmanım. Çünkü şimdi kanunlara takılıyorum. Zaman zaman annemi görmek için ülkeme gittiğim için vatandaşlık için lâzım olan prosedürü yerine getiremedim. Ama sonuç olarak buraya çok alıştım, yuvamı burada kurdum, işlerimi de artık burada sürdürüyorum. Üstelik Federasyonun açtığı antrenörlük kurslarına katılıyorum ve her şeyim burada olduğu için Türkiye'de yaşamaya karar verdim. Burada Türk futbolundaki gençlere bir katkım olacaksa Türkiye'de antrenör olarak kalmayı istiyorum.
Şuanda İstanbulspor'un scout ekibindesin, bundan sonraki hedeflerin neler?
Normalde antrenörlük lisansımı daha önceden almam lâzımdı ama yabancı olduğumdan dolayı o zaman alamadım. Fakat UEFA kararı ile birlikte artık alabiliyoruz. Zaten sağolsun Abdullah Avcı Hocam her zaman yanımda oldu. Onlara katkıda bulunabileceğimi düşünerek beni yanlarına aldılar. Lisansı almadan antrenörlük yapamıyorsun. Bu lisansı aldığım zaman benim için yeni bir başlangıç olacak. Eğer antrenörlüğe gençlerle başlayacak olursam, onlara futbolda bildiklerimi ve tecrübelerimi aktarabilirim. Ayrıca eski bir futbolcu olarak da onlara model olabilirim. Türk futbolunda bu açıdan biraz eksiklik olduğunu düşünüyorum. Başarılı ve gençlere örnek olabilecek eski futbolcuların sonradan futbola uzak kalarak gençlere çok katkıda bulunamadığını gözlemliyorum. Her genç oyuncu eski yıldızlar gibi başarılı bir futbolcu olmak ister ama dediğim gibi bu oyuncuların futboldan uzak kaldığını düşünüyorum. İlla ki antrenör olmak zorunda değilsin, fakat genç futbolcuların takıldığı yerlerde bilgilerini onlarla paylaşabilirsin. Onlara bir model olarak ve tecrübelerini aktararak fayda sağlayabilirsin. Eski futbolcuların futbolun içine daha fazla girerek gençlerin gelişiminde faydalı olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü futbolun futbolu bilen insanlara ihtiyacı var. Şimdi mesela hiç futbol bilmeyen, başka bir uzmanlık alanına sahip olup da antrenörlük kursu alarak sahaya inecek kişinin başarılı olabileceğini ve gençlerin eksiklerini tamamlamasında çok da faydalı olabileceğini düşünmüyorum. Ama ben eski bir futbolcu olduğum için bir genç futbolcunun eksiklerini tecrübemden dolayı hemen algılayabilirim. Eski futbolcuların gençlere yardımcı olması hâlinde Türk futbolunun daha iyi yerlere gidebileceğini düşünüyorum.

Frikik


İsmail ve Malika'nın oğlu, Cemal, Ferit, Nurettin ve Lilla'nın ufak kardeşi, Veronique'nin eşi ve Enzo, Luca, Theo ve Elyaz'ın babası: Zeyneddin Zeyan ya da Zinedine Zidane. 23 Haziran'da 43 yaşına bastı. Babası İsmail, 1953 yılında Fransa'ya çalışmaya gelmiş, 10 yıl sonra Cezayir bağımsızlığını ilan edince doğduğu topraklara dönmeye karar vermişti, dönse, dönebilse bu hikaye burada bitecekti. Marsilya limanından bir gemiye binmek üzere geldiği şehirde Malika ile tanıştı ve kendisi gibi Kabiliyeli olan Malika ile evlendi. İsmail o gemiye binse, Fransa, 1998'de evinde Dünya Kupası'nı, iki yıl sonra Euro 2000'i kazanamayacak, Juventus ve Real Madrid formasıyla futbol tarihinin en kadife ayaklarından birini izleyemeyecektik. Materazzi'ye Berlin'de kafa attığından bu yana dokuz yıl geçmiş, iki yıl önce So Foot dergisine başarısız olmaktan korktuğu için teknik adamlık tekliflerini geri çevirdiğini söyleyen Zidane, iki gün önce yaş günü şerefineFrance Football'a verdiği röportajda "Ancelotti'den sonra Real Madrid'in başına ben geçmek isterdim ama teklif etmediler" dedi. İspanyol medyası, 2000'li yılların ilk yarısında Real Madrid formasıyla resital üstüne resital veren Zidane'ı elbette unutmadılar yaş gününde. İşte bu fotoğraf karesi de Zidane'lı yıllardan kalan bir hatıra. Real Madrid Başkanı Florentino Perez'in Figo ile başlattığı ilk Los Galacticos projesinin doruk noktası olan kadro. O yıllarda Real Madrid 11'i benzer kadrajlar verdi ama bu kare bir başkaydı. Kaptan Raul, Figo, Beckham, Ronaldo, Zidane, Helguera, Guti ve Roberto Carlos'tan oluşan sekiz kişilik barajda ortak nokta tedirgin bakışlardı. Talih işte, fotoğrafın kadrajında topa vuran belli değildi. Hikaye de orada başladı işte. 
İlk akla gelen isimler o yıllardan Ronaldinho, Deco idi. Barcelona'nın böyle bir forması yoktu. Kollarda Şampiyonlar Ligi logosu olmadığına göre maç İspanya'da bir lig maçıydı. Tribün görüntüsünden stadyumun Santiago Bernabeu olduğunu çıkartabilmek kolay değildi, iki taraftar da mor renkli atkılar vardı ve bu Real Madrid'in evi Bernabeu olma ihtimalini güçlendiriyordu. Forma numarası, 7, 17, 27 olabilirdi. İspanyollar 1-25 arasını A takım oyuncularına, 25-50 arasını genç oyunculara verilmesini şart koşmuştu. 57, 67, 77... ihtimali yoktu yani. Futbolcunun ismi belli değildi ama adının son iki harfi "-do" ile bitiyordu. Real Madrid'in barajındaki bu sekiz süperstarın gözlerine korku salan futbolcu kimdi? Bu frikiği kim atmıştı? Sosyal medya böyle zamanlarda bunun için vardı. Binlerce futbolsever arasından belki biri çıkar, bize topa kimin vurduğunu söylerdi. Sordum ve cevaplar yağmaya başladı. Ronaldinho, Deco'nun yanında o yılların süper frikikçisi Juninho'nun da ismi tahminler arasındaydı. Sonra bir takipçi en mantıklı cevabı verdi. Forma Real Sociedad formasıydı ve topun başındaki adamın forma numarasına bakarsak 17-Igor Gabilondo idi. İlk yapılması gereken maçın tarihini ve kadrolarını bulmaktı, zor olmadı elbette bu çağda. 5 Ocak 2005 tarihinde muhtemelen buz kesen bir Madrid öğleden sonrasında Real Madrid, Santiago Bernabeu'da Real Sociedad'ı ağırlamıştı. Kalede Casillas, barajda olmayanlar ise sağ bek Michel Salgado ve Arjantinli stoper Walter Samuel. Real Madrid, 42. Dakikada Ronaldo'nun golüyle öne geçmiş, iki sezon önce Ronaldo ile gol krallığında Makaay'ın ardında ikinci olan ve şampiyonluğu Real Madrid'e kaptıran Real Sociedad'ın golcüsü Nihat Kahveci, 73'te skoru 1-1'e getirmişti. Hikayenin başındaki kahraman Zidane 88'de attığı penaltıyla Real Madrid'e üç puanı getirmişti. Bu fotoğraftaki frikik kaçıncı dakikada olmuştu. Soruya benimle birlikte cevap arayan bir futbolsever Twitter'da önce Guti'ye, yetmedi arkasından barajda olup sosyal medyayı kullanan eski Real Madrid'li yıldızlara sordu: "Bu frikikte topa kim vurdu?" Madem takım Real Sociedad, "Bir bilene sormak lazım" dedim ve sosyal medyayı aktif kullanan Nihat Kahveci'ye sordum: "Bu frikikte topa vuran sen misin?" Fotoğrafta tek Real Sociedad'lı vardı ama Nihat vurmuşsa, sağ plase vurmuştur dedik. İki dakika sürmedi, Nihat'ın cevabı geldi: "Büyük ihtimal ben kullanıyordum, barajdakiler biraz kötü değil mi?" Nihat da haklıydı, maçın üzerinde 10.5 yıl geçmişti, "büyük ihtimal" detayını da ortadan kaldırmalıydık. 


İnternet bu, aramaya inanmak lazım. Bu kez bir başka futbolsever, maçın görüntülerinin olduğu linki yolladı. İlk görüntü, soruya cevap arayan yüzlerce insanı yanılttı. Nihat frikiği kullanıyordu ama barajdaki Real Madrid'li sayısı sadece dörttü. Yetmezdi. Yetmedi de. İki dakika sonra Nihat Kahveci bir kez daha topun başında. Fotoğraftaki Gabilondo, onun sağında. Nihat geliyor, sert vuruyor, Casillas'ın ellerinde eriyecek bir top değil, avuç içleriyle çeliyor ve barajda olmayan Samuel topu kornere atıyor. Raul, Figo, Beckham, Ronaldo, Zidane, Helguera, Guti ve Roberto Carlos'tan oluşan bir barajın karşısında topa vurmak için bekleyen Nihat Kahveci'ye, "Bu frikiği kim attı?" sorusuna cevap arayan tüm futbolseverlere selam olsun, Hıncal Uluç usta her zaman hatırlatır: "Fotoğraf altı metinler önemlidir." Nihat Kahveci'siz karenin fotoğraf altında Nihat Kahveci olmalıydı değil mi!...

Kaynak: Acetoblog

 
eXTReMe Tracker