Tuesday, October 21, 2014

Partizan - Kızılyıldız derbisi

Bu hafta sonu, her yıl gerek basında gerekse taraftar forumlarında günler, hatta haftalar öncesinden savaş borularının çalınmaya başlandığı, Dünyanın en mükemmel derbisi olduğuna kendimizi inandırmak istediğimiz Galatasaray – Fenerbahçe derbisini izleyeceğiz. Türkiye’deki derbi mantığı yıllardır tartışılır durur. Dürüst olmak gerekirse, Dünyanın diğer önemli –ve belki de gerçek- derbilerinin hemen hepsinin arka planında etnik, dinsel, siyasal veya sınıfsal sorunlar yatmasının, bizim derbilerimizi biraz güdük bıraktığını düşünürüz içten içe. Bir çırpıda gelir aklımıza: Protestan Rangers ile Katolik Celtic derbisi, Kral’ın takımı Real Madrid ile bağımsız Katalonya düşünün bayrakçısı Barcelona, zenginlerin River Plate’i ile ayak takımının Boca Juniors’ı, Pinochet’nin takımı Universidad ile Santiago’lu yoksulların yurdu Colo Colo, “Milyonların derbisi” Flamengo – Vasco da Gama, faşizmin simgesi Lazio ile göçmen takımı Roma derbisi, işçi sınıfının takımı West Ham United ile grev kırıcıların Millwall’u... Örnekler çoğaltılabilir.

Bu derbi zenginliğinde, bizim İstanbul takımlarının, aynı kentin takımları olmak dışında birbirini “boğazlayacak” farklılıklarının bulunmaması, belki de hep içimizi ezmiştir. Bu yüzden, özellikle son yıllarda, Galatasaray – Fenerbahçe derbileri, müthiş bir nefret körüklenerek, taraftarlarının birbirine düşmanlaşması ve tehlikeli olması üzerinden anlamlandırılmaya çalışılıyor. Ancak, konu tehlikeli olmak ise, Avrupa’nın göbeğinde, bu işi çok üst seviyelere çıkarmış başka bir derbiden söz etmek daha yerinde olacaktır. Üstelik bizimkiler gibi, onların maçı da bu hafta sonu. Yazımızın konusu: Belgrad muharebesi Partizan – Kızılyıldız derbisi (Sırpların deyimiyle, ölümsüz derbi anlamına gelen ‘Večiti derbi’ veya Avruplıların tabiriyle ‘Güneydoğu Avrupa Derbisi’.)

SOSYALİST YUGOSLAVYA’NIN GÜZEL İSİMLİ TAKIMLARI
Kızılyıldız (Crvena Zvezda), 4 Mart 1945’de, İkinci Dünya Savaşı’nın Müttefiklerin lehine döndüğü ve sonuna yaklaştığı dönemlerde, komünist partili gençler (Anti-Faşist Gençlik Birliği olarak da anılan “Savez komunističke omladine Jugoslavije”) tarafından kuruldu. Mayıs ayında savaşın sona ermesinin akabinde, 4 Ekim 1945’te, Tito’nun muzaffer Yugoslav Halk Ordusu da, savaş boyunca halkın sevgilisi oldukları isimleriyle, yepyeni bir takım kurdular. Böylece, Kızılyıldız’ın “halkın”, Partizan’ın ise “ordunun” takımı yakıştırmasıyla başladıkları uzun yolculuğun fitili ateşlenmiş oldu.

Bu yanıyla bakıldığında, her iki takım da Sosyalist Yugoslavya’nın ortaya çıkardığı değerler olarak sahneye adım attı. İsimleri ile (sosyalizmi bu denli çağrıştıran başka iki isim sanıyorum olamazdı), oynadıkları kolektif futbol ile, sahip oldukları müthiş altyapı düsturu ve birer futbolcu fabrikası olmaları ile (Partizan bugün hala Ajax’tan sonra Avrupa’nın en çok futbolcu yetiştiren ikinci takımı), iki takım da yeni sosyalist cumhuriyetin spor ve daha özelinde futbol algısının Avrupa ve Dünya nezdindeki birer izdüşümü oldular. Seksenli yılların sonuna dek devam eden bu durum, Yugoslav futbolunun bir “ekol” halini almasında, Yugoslavya milli takımının özellikle Avrupa Kupalarındaki başarılı oyununda, nihayetinde 1991 yılında Kızılyıldız’ın, Prosinecki’li, Pançev’li, Jugoviç’li, Savicevic’li kadrosuyla Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı (bugünkü Şampiyonlar Ligi) kaldırmasında kendini buldu.

İki takım, sadece Sırp bölgesinin değil tüm Yugoslavya’nın takımı oldukları gibi, Yugoslav futbolunu da domine ettiler. Öyle ki, 46 sene devam eden Yugoslavya Birinci Futbol Ligi’nde toplam 30 defa şampiyonluk kupasını kaldırdılar. İpi göğüslemeyi başaran diğer 5 takım ise (Hajduk Split, Dinamo Zagreb, Vojvodina, Sarajevo, Željezničar Sarajevo) geriye kalan 16 şampiyonluğu aralarında paylaşmak zorunda kaldılar.

Bu başarılı dönemin ardından, 1990’ların başında Yugoslavya İç Savaşı’nın patlak vermesi ile ülkenin olduğu kadar, bu takımların da kaderi baştan aşağı değişmiş oluyordu.

HALKLARIN KARDEŞLİĞİNDEN MİLLİYETÇİ HEZEYANLARA
Tito’nun ölümü sonrası hızla dibe vuran sürecin neticesi olarak 1990 yılı ve patlayan iç savaş, onyıllardır kardeşçe yaşamış Yugoslav halklarının çok kısa sürede birbirini boğazlar hale gelmesi, Avrupa’nın ortasında yaşanan feci kıyım, tüm ülkenin kaderini değiştirdiği gibi, Kızılyıldız ve Partizan takımlarını ve taraftarlarını da bambaşka bir yola soktu.

1990’da sahneye, öncesinde Yugoslav gizli servisinde de çalışmış, ancak sonrasında para ve şiddetin çekiciliği ile mafya işine girmiş, iflah olmaz bir Sırp milliyetçisi olan Zeljko Raznatovic (bilinen adıyla ‘Arkan’) çıktı. Arkan, Kızılyıldız’ın ateşli taraftar topluluğu Delije’nin lideri olmasının yanı sıra, kirli ilişkileri herkesçe bilinen, İtalya’da, Fransa’da, Belçika’da hapse girip çıkmış, İsveç’te iki elinde iki silahla mahkeme salonunu bastığı efsaneleri dilden dile dolaşan bir suç makinesiydi. İç savaşın başlangıcıyla beraber Arkan, son dönemlerde “Yugoslavya değil, Sırbistan!” sloganını şiar edinmiş, “Elimizde balta, nacak/dişlerimizin arasında bir bıçak/bu gece çok kan akacak” gibi şarkılarıyla şiddet eğilimi herkesçe bilinen Delije içinde yer alan güvenilir adamlarından ‘Kaplanlar’ adıyla bir milis gücü oluşturdu ve özellikle Bosna’daki ölçüsüz şiddetten, etnik kıyıma ve tecavüze kadar birçok savaş suçunda, bu grup başı çekti. Arkan ve onunla birlikte hareket eden “tribüncü” Kaplanların bu eylemleri, Yugoslavya İç Savaşı’nın en kirli sahnelerinin müsebbibi olmalarının dışında, Kızılyıldız’ın ve Delije’nin tarihlerine de silinmemek üzere derin yaralar bırakıyordu.

Partizan tarafında da durum, Delije’ler kadar sert bir biçimde ortaya çıkmadıysa da, çok farklı değildi. Yıllarca birbirine rakip olmuş iki taraftar grubu, konu milliyetçilik ve şiddet olduğunda çabucak ortaklaşıvermişlerdi. Partizan’ın taraftar topluluğu Grobari (Mezar Kazıcılar) de, Arkan’ın Kaplanları gibi –en azından bilindiği kadarıyla- savaşa ve kıyıma birebir katılmasalar da, bu dönemde tribünleri ve sokakları milliyetçiliğin ve savaş çığırtkanlığının alanı haline getirmişlerdi. Tito’nun her türlü etnisiteden arınmış güzel isimli çocuklarından, milliyetçi hezeyanlara sos olmuş birer savaş suçlusuna: Ne hazin bir son.

BELGRAD’IN ATEŞLİ TARAFTARLARI
Yugoslavya’nın bin parçaya bölünmesinin ardından oluşturulan Sırbistan Futbol Ligi, yirmi yıldır tamamen Partizan – Kızılyıldız sultasına girmiş durumda. Kızılyıldız’ın adını Osmanlı Yeniçeri Ocağına katılan Sırp askerlerinden alan ve takımla isimleri stadın kuzey tribününe bizzat kulüp tarafından yazılacak kadar özdeşleşmiş ‘Delije’si ile Partizan’ın kara mezar kazıcıları ‘Grobari’si de, buna paralel bir biçimde, ülkenin taraftar gündemini belirliyorlar. Partizan’ın Stadion Partizana’sı ile Kızılyıldız’ın Marakana Stadyumu arasında taş çatlasa 250 – 300 metre vardır. Belgrad’ı ziyaret etmiş olanlar bilirler: Bu iki stadın arasında geniş bir ana cadde ve muazzam düzlükte bir park bulunur. Rekabet de, “karargâh”larının coğrafi konumları da, maç günü meydan muharebesi yapmaya son derece elverişli. Partizan ve Kızılyıldız taraftarları da bunun hakkını vermekte pek cömert davranıyorlar. Sırbistan’da, bu iki takımın maçlarında, tribünlerin ateşe verilmesi ve maç oynanmaya devam ederken (evet, hakem beş dakika dahi durdurmuyor oyunu) itfaiyenin gelip yangını söndürmesi son derece doğal karşılanıyor. Maç günü bir Kızılyıldız taraftarının öldüresiye dövülerek hastanelik edilmesi veya bir Partizanlının dükkanının kundaklanması sıradan bir olay gibi konuşuluyor. Acıya böylesine bağışıklık kazanmış bu güzel topraklarda, futbol şiddeti haber değeri bile taşımıyor.

Partizan taraftarları –en azından dikkate değer bir kısmı-, iç savaş ve bölünme keşmekeşi sona erince, biraz daha eski enternasyonal kimliklerini dillendirir oldular. Hatta ara ara, bazı maçlarda Kızılyıldız taraftarları, Partizanlıların Sırp olmadıklarını iddia eden ve onlara “Türk” veya “Komünist” diye hakaret (!) eden pankartlar açıyorlar. Ancak Partizan tarafındaki bu görece iyileşmeyi, taraftarın tamamına genellememek gerek. Kızılyıldız cephesinde ise değişen pek bir şey yok; halen milliyetçiliğin kalesi olma görevlerine devam ediyorlar. Hal böyle olunca, özellikle yaralama ve kundaklama olaylarının başrolünde olduğu Partizan – Kızılyıldız rekabeti, son hızda ve kan revan içinde devam ediyor.

Sevgili Tanıl Bora, üç yıl evvel yazdığı bir yazısında, derbi için şu yerinde değerlendirmeyi yapmıştı: “Sırbistan’ın yirmi yıllık ufuneti: Milliyetçiliğin cinneti, savaş, savaş suçları... Hepsinin isi tozu bu derbiye sinmiş durumda. Ülkenin çıkmaya çalıştığı tecridin, içe kapanmanın hıncı ve hüznüyle beraber...” Bu hafta sonu oynanacak derbiye de, Avrupa’nın yalnız ve güzel şehri Belgrad’ın ve Sırbistan’ın yirmi yıllık ufunetini yere çalarak, şiddeti toprağın altına gömerek ve elbet, envai çeşit milletin bir arada dostça yaşadığı, insanlığın gördüğü en güzel ülkülerden biri olan ve adını andığınızda boğazınızı düğümleyen Tito’nun Yugoslavya’sına selam durarak gözlerimizi dikeceğiz.

Taraftar Olmanın Bedeli


Bir futbol maçını izlemenin bedelini 'harçlığımdan arttırdığımla' diye tarif ettiğimiz yıllar çok geride kaldı. Nereden baksanız 15 yıl işte. Sevmek basit olandı, sevdiğin iki renkle 90 dakika beraber olmak da... Baba, ağabey, amcanın elinden tutar ilk maçına gider sonra kendi başına gidecek kadar büyüdüğünde mahalle ya da okul arkadaşlarınla kale arkasının yolunu tutardın. Bilet gişeden alınır, derbilerde sabahlanır, kapılar açılıp kendini içeriye attığında yedi-sekiz saat beklemeyi göze alır, elinde seni oyalayacak akıllı telefonlar da olmadığından çekirdek çitler, jiletle kesilmiş ekmek arası kaşar peynirle ya da beş saat kaynamaktan kendinden geçmiş sosisliyle karnını doyururdun.

Derbilerde yarı yarıya tribünler, kombinelerle tarihe gömüldü. Artık herkesin bir koltuğu vardı, ister git ister gitme, koca bir sezon boyunca o koltuk senindi. Bir zaman sonra deplasman yasağıyla sevgilinin peşinden gitmek de hayal oldu. Gittiği maçın biletini yıllarca saklayanlar da koleksiyonlarının son nefesini e-biletle birlikte verdiler. Futbolu sevmenin, bir takımın peşinden koşmanın bedeli artık harçlıktan biriktirilen değil, bütün hafta harçlığa dokunmamaktan geçiyor, çalışanlar ise neredeyse iki aylık maaşlarını sezonluk kombineye yatırıyor.
Bizde böyle. Peki Avrupa'da da böyle mi, takdir sizin. Gelin Türkiye'den başlayan bir Avrupa turuna çıkalım. Fenerbahçe'de kale arkası tribünlerde kombine fiyatı 850 TL. En pahalı koltuk ise 8 bin 200 TL'den satıldı. Forma almak istiyorsanız ödemeniz gereken rakam 130 TL. Karnınız acıktı, bir sosisli 16 TL, kahve ise 5 TL. Galatasaray, TT Arena'da en ucuz kombineyi bu sezon 915 TL'den sattı. En pahalı koltuk ise Doğu tribününde 5 bin 500 TL. Kale arkası tribünde köfte-ekmek için 10 TL ödüyorsunuz ve bir soğuk içecek 5 TL. Forma fiyatları da ezeli rakibi Fenerbahçe ile aynı düzeyde. Yeni stadının bitmesini dört gözle bekleyen Beşiktaş taraftarı, Atatürk Olimpiyat Stadı çilesinden şimdilik kurtuldu. Kombine fiyatları bakalım, kale arkası 800 TL, en pahalı koltuk 4 bin TL. Trabzonspor'un vedaya hazırlanan stadı Hüseyin Avni Aker'de en düşük kombine fiyatı 600 TL, loca olmadığından numaralı tribündeki özel koltukların fiyatı ise 50 bin TL. Forma fiyatlarının tüm kulüpler için 100-130 TL arasında değiştiğini ve maç günü stadyum içinde 15 TL'den aşağıya karın doyuramayacağınızı ekleyeyim ve Kapıkule'den dışarıya çıkalım. İngiltere Premier Lig, dünyanın en popüler ligi, evet; Londra hiçbir zaman ucuz bir şehir olmadı ama bilet fiyatlarının son 10 yılda neredeyse 10 kat arttığı Ada'da artık taraftar da 'yeter' diyor. Arsenal, en ucuzu 3 bin 500 TL, en pahalısı 7 bin TL'lik kombinelerle taraftarının cebini en çok delen kulüp ama bu rakamlar bile İstanbul'un üç büyükleri ile aynı seviyede.

Emirates Stadı'na girerken maç günü dergisine 12 TL ödüyorsunuz, 10 TL'ye sandviç alıyor, 6 TL'ye çay içiyorsunuz. Forma fiyatları ise İngiltere'de Türkiye'den yüksek ancak Avrupa'nın diğer ülkelerinin altında. 20 kulüp de 150-180 TL arasında değişen rakamlara forma satıyorlar. Bu formaların sahadaki futbolcuların giydiği orijinal formalar olmadığını da unutmayalım elbette. Londra'da Chelsea ve Tottenham'ın en ucuz kombinesi 2 bin 400 TL. Manchester şehrinde ise Kırmızılar, Mavilerden daha fazla ödemek zorunda. Manchester United, en düşük kombineyi 1 bin 750 TL'ye satarken, en pahalı koltuk 3 bin 600 TL'yi geçmiyor. Yıldızlara milyar avro yatıran Manchester City ise ligde taraftarını en çok seven yönetime sahip bir kulüp. Bin TL'ye sattıkları kombine, ligin en ucuz kombinesi, üstelik en ucuz çay da onların stadında.
İspanya'da Barcelona her sezon 70 binin üzerinde kombine satıyor çünkü rakamlar şaka gibi... Camp Nou'da Messi-Neymar-Suarez üçlüsünü izlemek isteyenler bu sezon kale arkası kombinesine sadece 350 TL ödediler. El Clasico vakti turistlere bir maçlığına kombinelerini 500 TL'ya kiralayan üyelerin kombineyi bedavaya getirip üstüne kâr etmesi de bir İspanya gerçeği. İngiltere'deki maç günü dergisi geleneği Avrupa'nın diğer ülkelerinde yok ve büfe fiyatları da Türkiye ile aynı düzeyde. Forma fiyatları ise İspanya, İtalya ve Fransa'da 200 TL'den başlıyor. Real Madrid, Santiago Bernabeu'da kale arkası tribünde üçüncü katın kombinelerini 550 TL'den satarken, en pahalı koltuk 5 bin TL'den fazla değil.

Milano'da 80 bin kapasiteli San Siro'yu ortak kullanan Inter ve Milan'ın kale arkası tribünlerinde bir sezon boyunca maç izlemenin faturası yine bizim rakamların altında. İki kulüp de 600 TL'nin altında kombine satıyor, Berlusconi'ye yakın oturmak isteyen Milanlı iş adamları ise Avrupa'nın en pahalı koltuklar için 13 bin TL ödüyorlar. Fransa'da İbrahimoviç'i bir sezon boyunca seyretmenin bedeli bin 300 TL'den başlıyor. Paris Saint Germain'in en pahalı kombinesi ise 7 bin 500 TL. Almanya ise taraftarlar için bir cennet. Bayern Münih, kale arkası için kombineleri 380 TL'den satarken, Allianz Arena'da en pahalı koltuk iki bin TL'den fazla değil. Borussia Dortmund'un artık kült olan 'sarı duvar' lakaplı 25 bin kapasiteli ayakta maç seyredilen kale arkası tribününde maç izlemek isteyenler bir bilete 40 TL ödüyorlar ki; işte o da Alman gençlerin harçlığından arttırdığı paraya tekabül ediyor! Maça gittiğinde kuyruğa kaynak yapmayı hatırlayanlara selam olsun...
 
eXTReMe Tracker