Saturday, October 27, 2007

İmparator Olmayı Kolay mı Sandın?

Hakkında yazı yazmayı en çok istediğim Türk futbol karakteri hep Fatih Terim olmuştur. Bu büyük tiyatro sahnesinin renksiz, özelliksiz oyuncu çoğunluğunun içinde farklılığını açıkça belli eden “personası” onu net bir şekilde diğerlerinden çok ayrı bir yere taşımıştır. Ve dün itibariyle bu büyük oyuncunun, bu hakkında tartışmalar bitmez karakterin belki de son perdesi inerken bir kez daha yazmaya çalışayım kendisini. Yine de baştan söylemeli en son deneceği; Fatih Terim için istifa seslerinin yükseleceği yer Ali Sami Yen, hadise bir milli maç olmamalıydı. Ve daha acısı, kendi tercihleri olmasaydı bu asla ol(a)mazdı…

Onun yönetiminde şu başarılar kazanıldı, şu sayıda kupa kazanıldı, Uefa kupası bu ülkeye geldi diye sıralamanın ne anlamı var ne de kimseye faydası. Bunları hor gördüğümüzden, unuttuğumuzdan ya da yok saydığımızdan da değil bu üstelik, tam tersine futbol konusunda hastalıklı bir hassasiyeti olan bu ülkenin bu spora teğet geçmiş her ferdinin aklına, yüreğine kazındığından gerek yok malumu ilan etmeye. Belki de hoca bunu anlamak istemedi tekrar bu topraklara döndüğünde, karşısındaki herkes onu sevmese de takdir ediyordu ama onun istediği bunun her fırsatta kendisine hatırlatılmasıydı. Bu olmadıkça kendi hatırlattı, sinirlendi. Kendi hatırlattıkça “böbürlenme padişahım senden büyük Allah var” mekanizması harekete geçti. Anlattıkları doğru olabilirdi ve doğruydu amma velakin zaten biliyorduk. Moda deyişle piyasa bunları fiyatlamıştı. Ve Fatih Terim markasının değeri siyasetçisi, sanatçısı, velhasılı kelam bütün meşhurların yarıştığı markalar liginde en yükseğe çıkmıştı ve en yüksekten sonra gidilecek tek yer aşağısıydı. Kaçınılmaz düşüşün yumuşak bir iniş mi yoksa serbest düşüş mü olacağını belirlemek Terim’in inisiyatifindeydi ama İmparator kendi görkemine yakışır bir perdeden konuşmaya devam ediyordu: Ben ders almam, ders veririm.



Biz millet olarak hep güçlü adamları sevdik. Birer senaryo kahramanı olsalar bile üstelik. “Bak bu toprakları görüyor musun? Altındakiler de üstündekiler de benim” diyen Seymen Ağa üzerine ciddi ciddi yazılar yazılırken belirli bir süre gördüğümüz her sarı-kırmızı şeyin sahibi adama imrenmemek mümkün müydü? Bir dönem Lloyd Daniels’ı, Orhun Ene’yi transfer ederek iddialı bir takım kuran basketbol şubesi paraya sıkışınca Terim yardım ediyor, Sergen bara gittiğinde hesabını ödenmiş buluyor, bir yandan da hocasının gücü hakkında fikir sahibi oluyordu. Takımın artık Türkiye’de yapacak bir şeyi kalmadığında “alınacak çok kupa var bu sene” tezahüratlarına rağmen hoca kendine en çok uyacak şehrin ve ülkenin yolunu tuttuğunda ondan etkilenenin yalnızca bizler olmadığını görecektik. Ne de olsa en çok İtalyanlara benzetirdik kendimizi…



İtalya’ya gittiğinde Fiorentina tribünlerine yumruk şovu öğretmesi üzün sürmedi. Siyah deri eldivenleriyle reklam panolarının üstünden atlayıp seyircileri gezerken bizler de zafer turu atıyorduk. Takım istikrarlı sonuçlar alamasa da göze çok hoş gelen bir futbol oynuyor, Rui Costa gözümüze dünyanın en iyi futbolcusu gibi gelmeye başlıyordu. Derken takımın egosantrik başkanıyla arada bir takım gerginlikler olduğu konuşulmaya başlandı. İlgi odağının kendisinden başkası olmasına dayanamayan Gori, Terim’le yollarını ayırdı. Hayırlı da oldu; Fatih Terim’in yeni kulübü Milan’dı, inanmak zordu ama öyleydi.



O noktadan sonra Fatih Terim fenomenin geldiği noktayı tarif etmek zor; takımdan bahsederken “Nuno ve Rui’yle konuştum, gelmeyi istiyorlar”, “Paolo takımın önemli bir parçası”, “Sheva hücumda en önemli silahımız” gibi cümleleri Türkçe duyuyorduk ve kulaklarımıza inanabiliyorduk. İhsan Topaloğlu, her pazartesi hocayla haftanın analizini yapıyor, Terim bir yandan kılık kıyafeti, bir yandan da hal hareketleri ile her hafta daha da İtalyanlaşıyordu. Basında ya da magazinde Terim’le görüşebilmek, onunla arkadaş gibi olabilmek prestij kaynağıydı ve her hafta onunla röportaj yapma ayrıcalığına sahip Topaloğlu’nda hava bin beş yüzdü. ( Bu arada kendisi şu anda ne yapmaktadır, bilen varsa lütfen beni de aydınlatsın)



Hikayenin daha sonrası kısaca “geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer” şeklinde özetlenebilir. Terim standartlarına göre başarısız bir Galatasaray macerası ve içinde bulunduğumuz Milli Takım serüveni. Tarihinin en önemli ilklerini yaşattığı bu takımlara gelmesi ona ne katabilirdi? Nitekim katamadı. Katamadığı gibi İsviçre maçı gibi, Belözoğlu olayı gibi, son gerginlikler gibi olaylar yaşandı ve ilişkiler tamiri son derece zor şekilde zedelendi. Nihayetinde dün en büyük başarılarını yaşadığı statta, kendisi çok net duymadığını söylese de- istifa sesleri yükseldi.



Bana kalırsa bu iki başarısızlıkta da Terim son derece zor durumda olan ve bundan kurtuluşu onda arayan başkanların kurbanı oldu. Egosunun büyüklüğü, içine girdiği duruma –şartları kendisi oluşturmamış olsa da- tek hakim olmasını gerektirdi. Bunun sonucu olarak da yaşanılan başarısızlıkların tek sorumlusu o oldu, o gösterildi. Gelinen noktada dönüşü olmayan bir yola girildi ve bu yolun sonu muhtemelen Terim’in istifası olacak. Daha önemlisi kariyerinin bundan sonraki durumunun ne olacağı. Türkiye ligi ve milli takımın artık bir seçenek olmadığı ortadayken İmparator kendini yeniden ispatlamaya çalışacak. Ve ne yazık ki son deneyim gösterdi ki, başka hiçbir şey olmasa da, yaptığı onca şeyin ardından kendini sorgulanabilir bir noktada bulmak Fatih Terim’in kriptoniti.



Peki bizler nasıl hatırlayacağız bu macerayı? Şüphesiz bir kısmımız zaten sevmediği bu adamın başarısızlığından memnun olacak, önceki başarıları da motivasyonun sihriyle açıklamaya çalışacak. Oysa tarihinde sadece iki Avrupa Şampiyonasına katılmış bir ülkenin turnuvaya katılmama ihtimali karşısında bu derece hayal kırıklığı yaşayacak seviyeye gelmesinde bu adamın katkısı yok mu? Hatırbilmezliğin bu kadarı devrik bir İmparatora bile çok değil mi?

No comments:

 
eXTReMe Tracker