Saturday, January 30, 2016

Alpay Özalan: "Bu jenerasyon bizi yakalar"


Millî Takımımızın 1996'dan 2003'e kadar elde ettiği büyük zaferleri yaşayan, ülkemizin iki büyük takımından Premier Lig'e, oradan Güney Kore ve Japonya'ya uzanıp Bundesliga'da noktalanan efsane bir kariyer öyküsünün kahramanı var karşınızda. Efsane stoper o kariyer öyküsünün detaylarını TamSaha ile paylaşırken, Millî Takımımızın EURO 2016 finalleri ve daha ötesiyle ilgili de büyük umutlar besliyor.
Röportaj: İlker Uğur - Rasim Artagan
İlker Uğur: Alpay Özalan denildiği zaman benim aklıma gelen 3-4 an var… 2005 geri dönüşü mesela… Hiç beklenmedik bir anda gelip senin Millî Takım defansını toparlaman, ancak bunu herkesin unutması var. Bir tarafta 1996 Fair-Play ödülü var. Bir tarafta Fenerbahçe'ye gidişin var. Bunların hepsine baktığımız zaman bir futbolcunun hayatında inanılmaz kırılma noktaları… Şu andaki Alpay Özalan'a baktığımızda ise dünyanın en rahat insanı… Hiç böyle şeyler yaşamamış bir insan. Çok sakin. Sahadaki karaktere tam zıt biri var karşımızda. En başa gitsek aslında. Alpay Özalan'ın oluşması nereden başlıyor? Nasıl futbolcu oldun?
Futbolcu olmamda en büyük etkenlerden bir tanesi Fatih Terim'dir. Altay altyapısında yetişmiştim. Sonra 3. Lig'de Soma Linyitspor'a kiralık verilmiştim. Fatih Hoca o zaman Sepp Piontek'in yardımcı antrenörüydü. 3. Lig'de geliyor, beni seyrediyor. Şu anda bile 3. Lig'de futbolcu izlemek çok da rastlanan bir şey değil. Beni seyrediyor hocam. Sonra beni Genç Millî Takımlara çağırmaya başlıyor. Sonra A Millî Takım'a çağırıyor. Benim Alpay oluşumda Fatih Terim'in çok büyük emeği vardır. Soma Linyit'e çok genç gitmiştim. Sonra Altay'a geri döndüm ve Millî Takım'da oynamaya başladım.
Rasim Artagan: O bir sezonda 24 maç oynuyorsunuz. Bu 24 maçta ne oldu da size hemen sonrasında Beşiktaş'ın kapıları açıldı?
Burada Ümit Millî Takım'da vermiş olduğum performansın çok büyük katkısı var. Mesela hiç kimsenin hatırlamadığı bir olay var. Biliyorsunuz İngiltere'yi tarihimizde hiç yenemedik diye biliyoruz. Esasında yendik. Ümit Millî Takım'la İngiltere'yi İngiltere'de 1-0 yendik. Karşı takımda o dönem Steve McManaman vardı. Biz onları evlerinde 1-0 yenmiştik. O dönemde de başımızda Fatih Terim vardı. İyi bir jenerasyon yakalamıştık. Zaten o jenerasyon 2002'de Dünya Kupası'nda belki de gerçekten ulaşılması zor bir başarı elde etti. O Dünya Kupası'ndaki başarının temelleri zaten Fatih Hocam sayesinde çoktan atılmıştı. 1993'te Akdeniz Oyunları Şampiyonu oldu o jenerasyon. Tabiî ki bir-iki değişiklikle daha ilerleyen zamanlarda daha güzel başarılar da geldi.
İ.U: Akdeniz Oyunları finalinde bir video var. Golden sonraki sevinç gerçekten inanılmaz.
Cezayir'i 2-0 yenmiştik ve o maçta iki kırmızı kartla oyundan atılmıştı arkadaşlarımız. Ki kırmızı kartlardan birisini Abdullah Ercan görmüştü. Gerçekten belli bir yerlere gelmek için belli bedeller ödedik.
R.A: Beşiktaş'a değinelim biraz… 1993-1999 arasında siyah-beyazlı formayı terlettiniz. Kariyerinizdeki bütün kupaları Beşiktaş'ta kazandınız. Alpay Özalan'ın sivrildiği dönemdir Beşiktaş. Bize o dönemleri anlatır mısınız?
Beşiktaş'ta o dönem çok iyi bir jenerasyon vardı. Metin abi, Ali abi, Recep abi, Gökhan abi çok önemli futbolculardı. Orada bir kolej havası vardı. Benim çok büyük bir seçme hakkım yoktu. O dönem biliyorsunuz üzerimizde çok büyük bonservis bedeli vardı. Beşiktaş okey demişti. Oraya gitmiştim. Ama oraya gitmem çok da iyi olmuş tabiî ki. Bir sezon çok fazla oynamadım. Gordon Milne döneminde iki maça çıktım. Biri Ajax maçıydı. Milne bana, "Jari Litmanen'itut" dedi. Adam hat-trick yaptı (herkes gülüyor). Bir de İstanbul'da çok önemli bir maçta oynamıştım. Ancak kendimi hep hazır tutuyordum. Çok hırslıydım ki, hâlâ hırslıyım. Çok disiplinliyimdir. İradem çok güçlüdür. Hep buna güvenirim zaten. Kafama koyduğum şeyi yaparım. Belki biraz zaman alır ama yaparım. Hep hazırım. Sonra bir gün şans geldi. Şansımı iyi kullandım. Ondan sonra da 5 numaranın, Beşiktaşlıların değişmez adamı oldum. Ama hedeflerimi hep büyük tuttum. Benim hedefim hiçbir zaman Altay'da kalmak değildi. Benim hedefim üç büyüklerde oynamaktı. Onu başardıktan sonra A Millî Takım'ın değişmez oyuncusu olmaktı. Onu başardıktan sonra tabiî ki Avrupa'ya gitmekti. Şimdi siz üç konudan bahsettiniz ama bence en önemli konu Premier Lig'in bir Türk oyuncusuna; özellikle de bir defans oyuncusuna yaklaşık 10 milyon dolar para ödemesiydi. Bu çok büyük olaydı bence.
R.A: Premier Lig sayfasını ayrıca açacağız. Peki, kariyeriniz boyunca 1 Türkiye Şampiyonluğu, 2 Türkiye Kupası, 1 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 1 Başbakanlık Kupası ve 2 TSYD Kupası kazandınız. Dediğimiz gibi bunların hepsini Beşiktaş'la başardınız. Unutamadığınız şampiyonluk hangisiydi?
Unutamadığım bir maç var. O da o zamanki adıyla Federasyon Kupası finaliydi. Galatasaray'la 2-2 berabere kalmıştık. Oyuna ben girmiştim. Golü ben atmıştım. 3-2 kazanıp kupayı almıştık. Bu benim ileride çocuklarıma verebileceğim en büyük manevi değerlerden bir tanesi.
R.A: Fenerbahçe'ye transfer oldunuz ve bu o dönem çok büyük etki yaratmıştı. O günleri bize biraz anlatır mısınız?
Benden bir sezon önce Sergen kulüpten ayrılmıştı. Ertesi sezon da ben gittim. Bu bir tek bizim kararımız değildi. O zaman hem Beşiktaş'ta hem de Millî Takım'da bir değişim rüzgârı vardı. O zaman yönetim bize fazla sıcak davranmamıştı. Bir de Jet-Pa olayı çıkmıştı. Böyle bir teklif gelmişti, ben de değerlendirmiştim. Bana "Hangi takımı seçersiniz?" diye sordular. Ben de Fenerbahçe'yi seçmiştim. Beşiktaş'tan direkt Fenerbahçe'ye gitmemiştim yani…
İ.U: O zaman Aston Villa'nın senin için ödediği 10 milyon dolarlık kısma gelelim… 5.6 milyon pound… Bu gerçekten çok büyük bir transfer ücretiydi.
Şunu söyleyebilirim. Bütün transferlerimde kulüpler benim için bonservis bedeli ödedi zaten. Hiçbir zaman elimde kâğıtla bir takıma gitmedim. Bunun da altını çizmek isterim. Defansın transferde şansı daha azdır biliyorsunuz. Çünkü kaleci, orta saha ya da forvet tercih ederler. Bunu başarmak güzel bir şey.
İ.U: Peki Aston Villa'ya transfer süreciniz nasıl gerçekleşti? İzlendiğinizi biliyor muydunuz?
Bu konuya muhakkak geleceğiz ama Avrupa Şampiyonası'nın ve Dünya Kupası'nın oyuncular üzerindeki etkilerine değinmek istiyorum burada… Tabiî ki ülkenizi temsil ediyorsunuz. Ama onun yanı sıra bireysel olarak da çok büyük bir pazar… Çok büyük bir piyasa yeri. 2000 Avrupa Şampiyonası'nda gerçekten çok güzel bir performans sergilemiştim. Özellikle grup maçlarında iyi oynamıştım. İtalya, Belçika ve İsveç maçlarında çok iyi oynamıştım. O zaman da Aston Villa'nın hocası John Gregory üç maçımı da seyretmiş. Hatta dördüncü karşılaşma Portekiz'leydi. Onu da izlemiş. Portekiz maçının 25. dakikasında kırmızı kart görmüştüm. Kırmızı kart görür görmez, "Ben bu adamı almaya karar verdim" demiş. Yani "Her şerde bir hayır vardır" derler ya… Kırmızı kart haksızdı ama bu durum da benim için çok ilginçtir. Kırmızı kartla atıldıktan sonra Gregory bunu bana defalarca anlattı. Stattan çıkmış ve benim alınmam için Aston Villa yönetimine büyük baskı kurmuş. Ama onun yanı sıra Olympiakos ve Napoli beni ciddi şekilde istiyordu. Premier Lig'i seçmemin amacı tabiî ki fiziğimi orada daha iyi kullanacağımı bilmemdi. Şimdi teknik ön planda ama o zamanlar Premier Lig'de fizik ön plana çıkıyordu. Fiziği iyi olan daha başarılı oluyordu. Çok iyi bir karar verdiğime inanıyorum.
İ.U: Premier Lig'e gittiğiniz zaman evet fizik ön plandaydı. Ancak Premier Lig o dönemler şimdiki gibi değildi ve dünyaya açılma sürecindeydi. O yönde de sanırım Aston Villa büyük fayda gördü. Çünkü Türkiye'den bir oyuncunun bu ligde yer alması büyük önem taşıyordu.
Kesinlikle öyle. Avrupa Birliği dışından gelen oyuncular için çok zordur Premier Lig'de oynamak. Sizi bir takım istediği zaman son iki sene içinde A Millî Takımınızda yüzde 80-90 banko forma giymeniz lâzımdı. Ben tabiî ki bunu fazlasıyla aşıyordum. O yüzden elini kolunu sallayan Premier Lig'e gelemiyordu. Ama tabiî ki benim gitmem ve özellikle ilk sene çok iyi oynamam çok dikkat çekti. O dönem çok büyük bir hayaldi. Çünkü her takımda yıldız oyuncular vardı. Benim takımımda Peter Schmeichel vardı, Mustapha Hadji vardı; İngilizlerin kaptanı Paul Merson vardı. İngiltere Millî Takımı'nın yıllarca kaptanlığını yapmış Gareth Southgate ile oynuyorduk. Bunlar ayrı bir motivasyon. Ama şunu çok açıkça söylemem gerekiyor ki, ben 26 yaşında Premier Lig'e adım attım. Profesyonelliğin tamamını İngiltere'de öğrendim. Ondan önceki futbol hayatımda her şeyi doğaçlama yapmışım. Çok büyük farklar var. Beslenme olsun, antrenman bilgisi olsun, ekstra antrenman olsun, dinlenme olsun bunlar çok farklıymış. Bunları gördükçe öğrendim. Çünkü mesela belki hâlâ oyuncularımız Türkiye'de fitness ve beslenmenin önemini çok dikkate almıyor ama orada buna çok daha fazla önem veriyorlar. Futbolun yüzde 40'ı bunlardan oluşuyormuş. Bunu hiçbir zaman bilmiyordum ben. Güçlü oluyorsunuz, sahaya sağlam basıyorsunuz, mental olarak da çok fazla yükseliyorsunuz, çünkü fiziğiniz çok güçlü… Bunun yanı sıra dinlenmeyi ve beslenmeyi çok iyi yaptığınız zaman performansınız çok artıyor.
İ.U: Futbolcuların çok savruk yaşadıkları; parayı bulup hayatlarını değiştirdikleri konusunda bir şeyler gördünüz mü İngiltere'de?
Kesinlikle öyle bir şey görmedim. Çünkü adamlar aşırı profesyonel. Yani "Saha içerisindeki performansımı nasıl arttırabilirim, nasıl daha fazlasını verebilirim?" diye çok kafa yoruyorlar. Savaşları bunun üzerine. Kendi idari işlerini hep halleden birileri var. Futbolcu konsantrasyonunu hep sahaya vermesi gerektiğini çok iyi biliyor. Herkes performansının daha fazlasını vermek için uğraşıyor sahada. Mesela ülkemizde şunu görüyorum. Gerçekten finansal açıdan çok iyi durumda oyuncular ve daha da fazla kazanmaları gerekiyor. Kimse bunu eleştirmesin. Aksine daha da fazla kazanmaları gerekiyor. Çünkü çok ağır bir iş. Çok büyük fedakârlıklar yapmanız lâzım. Zor işler. O yüzden fazla para kazanmayı hak ediyorlar. Bir oyuncu iyi bir para kazandıktan sonra neden o paranın 5 kat daha fazlasını kazanmasın? O performans o parayı kazandıktan sonra neden düşüyor, bunu hep merak ediyorum. Kazandığı paranın 5 kat daha fazlasını kazanmak için kendisine hedef koymalı. Performansını daha yukarı çekmeli. Ama maalesef ülkemize baktığımız zaman iyi para kazanan oyuncuların ilerleyen senelerde performanslarının düştüğünü görüyorum.
İ.U: Bir kere size kulak misafiri olmuştum. İngiltere'de bir yöneticiniz size bir yatırım yaptırmış.
Evet, başkanımdı kendisi… Doug Ellis gerçekten benim hayatımda çok önemli bir insandır. Beni bir gün odaya çağırdı. Çok da seviyordu beni. Çünkü ben gerçekten ilk günden beri yürekten oynayan bir insandım. Beni hep alışverişte gördüğü için kızmıştı. "Sen çok fazla para harcıyorsun. Ben sana buradan bir ev alacağım" dedi. "Başkanım gerek yok" dedim. Ne kadar kalacağımız belli değildi çünkü. "Yok, hayır ben senin parandan kesip her ay ödemesini yapacağım ve buradan ev alacağım sana" dedi. Böyle bir şey yaptığı için çok kızmıştım (kahkaha atıyor). Keşke bütün paramı kesseydi de oradan bana birçok ev alsaydı. O yaşlarda maalesef düşünemiyorsunuz bazı şeyleri. Çünkü o performans hep böyle gidecek, o para akışı hep böyle devam edecek diye düşünüyorsunuz. Ama yaş ilerledikçe daha çok olgunlaşıyorsunuz.
R.A: Premier Lig'den sonra Uzakdoğu'ya yelken açtınız. Kore'de Incheon United ve Japonya'da Urawa Red Diamonds takımlarının formasını giydiniz. Kariyerinizin sonunda Uzakdoğu'yu neden tercih ettiniz? Bu kültüre özel bir merakınız mı var?
Esasında Japonya ve Güney Kore'de düzenlenen 2002 Dünya Kupası'ndan sonra bana çok teklif gelmişti Uzakdoğu'dan… Yani o rakamları telaffuz etsem kimse inanmaz. Bir defans oyuncusuna bu paraların teklif edilmesi hayal gibiydi. Tabiî o zaman Premier Lig'de oynadığım için o tekliflere çok ciddi bakmamıştım.
R.A: Burada oyuncu psikolojisi devreye giriyor değil mi hocam? Bir oyuncu için paradan ziyade Premier Lig sahnesi çok daha önemli olmalı...
Kesinlikle öyle. İspanya, İtalya, Almanya liglerini çok fazla düşürmek istemiyorum ama dünyanın en iyi ligi Premier Lig… En büyük sahne orası. Her oyuncunun hayalidir orada oynamak. Ben hayalime kavuşmuşken en verimli çağımda orayı bırakamazdım. O yüzden ilerleyen yıllarda Uzakdoğu'ya sıcak bakabilirdim. Ocak ayında İngiltere'den ayrılmıştım. 6 aylık boşluğum vardı. Bunu da değerlendirmek için Kore takımı bana teklif yapmıştı. Ben de 1 yıllık anlaşma imzalamıştım. İyi de para almıştım.
R.A: Peki nasıl bir kültür?
Çok farklı tabiî ki. Yemeğiniz farklı, içeceğiniz farklı… Ortam farklı. Her şey çok farklı. Oraya adapte olmak çok zor. Gerçi bu adaptasyon sürecinin Uzakdoğu ile ilgisi de çok yok. Her yere adapte olmak zordur. Benim en büyük şansım ailemdir. Sağolsun eşim ve çocuklarım beni hiçbir zaman yalnız bırakmadı. 6 ay ya da 1 seneliğine gitmiş olsam bile hep beraber gittik. Zaten belki de onlar yanımda olmasaydı, bu kadar uzun süre yurtdışında kalamazdım. Yaklaşık 11 sene yurtdışında top oynayamazdım. Bunu çok açık ve net söylüyorum. Onların bendeki payı çok büyüktür. Ailem yanımda olduğu sürece adaptasyonda sıkıntım yok.
R.A: Peki Kore'den Japonya'ya geçmeye nasıl karar verdiniz?
Çok enteresan esasında… Kore'deki mukavelemin bitmesine 6 ay vardı. Japon takımı devre arası, "Biz seni almak istiyoruz" dedi. "6 aylık daha sözleşmem var. Bitince geleyim, bonservis ödemeyin" dedim. "Yok, hayır bizim seni bugün almamız lâzım. Bonservis bedeli hiç önemli değil" cevabını verdiler. O zamanın parası 2 milyon dolara yakın bonservis ödemişlerdi. Ben devre arası gitmiştim. Urawa Red Diamonds, Mitsubishi'nin takımıdır ve Asya'nın en güçlü takımlarından birisidir. Ben gittiğimde 11 puan geridelerdi. Sezon bittiğinde 3 puan farkla şampiyon olmuştuk. Orada bir de çok enteresan olan 90+'larda iki golüm var. Hayati gollerdi bunlar. 1 yıllığına gitmiştim Japonya'ya. İyi de oynamıştım. Hatta "En iyi yabancı" ödülüne lâyık görülmüştüm. Onlar uğura çok inanır. İyi performans veren, mücadele eden oyuncuya çok inanırlar. Beni bırakmak istemediler. 2 sene daha kaldım orada. Hocamız da Guido Buchwald'dı. Almanların efsane oyuncusu. Avrupaî bakış açısı olan bir hocayla çalışmak benim daha kolayıma geliyordu. 3 seneye yakın Urawa Red maceram oldu, Tokyo'da yaşadım. Güzel bir deneyimdi. Oranın kültürünü biliyorum. Hâlâ arkadaşlarım var, görüşüyorum. Çok önemli bunlar tabiî ki.
R.A: Peki nasıl oldu da o oradan Almanya'ya, FC Köln'e geri döndünüz?
Şunu çok açık konuşayım… 2005 yılıydı. Fatih Hoca tekrar A Millî Takım'a dönmüştü. Hayati 3 maç vardı. Danimarka, Ukrayna ve Arnavutluk maçları. Bu üç maçın da mutlaka kazanılması gerekiyordu ki Avrupa Şampiyonası elemelerinde play-off oynayabilelim… Hoca tabiî bu olaylara alışık. Zoru başaran bir yapısı var. Hatta Japonya'dayken hocanın imza attığını görmüştüm TV'den… Tekrar başa gelmesi beni çok sevindirmişti. İnanın o imza attıktan bir saat sonra telefonda konuştuk. Benim tekrar Avrupa'ya dönmemi istedi. Millî Takım'da bizim jenerasyonun yakaladığı havayı tekrar yaratmak istediğini anlattı bana. O zaman bazı arkadaşlarımız alınmıyordu. O arkadaşlarımızı tekrar toplamıştı. Ben de o ara Avrupa'dan Köln'le görüşüyordum. 32 yaşındaydım. Hocamın iznini alarak Köln'e gittim. Oradan da A Millî Takım'a geldim. Danimarka ile 2-2 berabere kalmıştık İstanbul'da. Ukrayna'yı orada yenip ardından Arnavutluk'u da mağlup ederek play-off şansı yakalamıştık. Burada tabiî ki hocanın bize güveninin büyük payı var. Şu anda bile hiçbir oyuncumuz özellikle Avrupa'ya olan transferlerde hocanın görüşünü almadan iş yapmaz. Onun fikirleri, düşünceleri bizim için çok önemlidir. Bir oyuncunun başarısı böyle geliyor zaten. Jenerasyon böyle oluşuyor.
R.A: Normalde yapılan fauller akılda kalır hatta kalmaz bile… Ancak siz yapmadığınız bir faul yüzünden hafızalardasınız. Herkes sizi 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda Hırvatistan ile oynadığımız maçın son bölümünde Goran Vlaovic'i düşürmeyişiniz ve yediğimiz golle hatırlıyor. O pozisyon nedeniyle UEFA tarafından Fair-Play ödülüne lâyık görüldünüz. Bu konuyu çok yerde anlattınız. Ancak aradan çok zaman geçti. Şimdi geriye dönüp baktığınızda o pozisyonla ilgili neler düşünüyorsunuz?
Hayatımda bir hata yaptım. Onda da ödül aldım (herkes gülüyor). Esasında 40 yaşına gelmeme de gerek yok. O maçtan sonra bile bana bu soruyu sorsaydınız, "Düşürürdüm" derdim. Ama burada hocaya tekrar çok teşekkür ediyorum. Dışarıya karşı hiçbir zaman beni ortaya atmadı, yem etmedi. Çünkü mağlup olan ve çok şey kaybeden bir takım var ve birisinin üzerine suçu atmak en kolayı… Bunu hiçbir zaman yapmadı. Tabiî birebir hesaplaştı benle (kahkaha atıyor). Bu ayrı konu tabiî ki. Burada iyi niyet vardı. O pozisyonda ben korner için ileri açılmıştım. Dakika 90. 100 metre depar atıp geliyorum. İnsanlar bunu görmüyor tabiî. Yaşanması gereken bir şeymiş. Tecrübesizdim. Yapılmaması gereken bir hata. Pahalıya patladı. Ama ilerleyen hayatımda çok büyük tecrübe oldu benim için. Hem bana hem de yeni gençlere örnek oldu. Hâlâ daha oluyor. Bu bence önemli bir olay.
R.A: Defansta oynayan ve kariyeri boyunca 491 maçta 26 gol atan Alpay Özalan, 2002 Dünya Kupası elemelerinde Makedonya'ya 3 gol birden atmıştı. O maça geri gidersek hat-trick yapmak nasıl bir duyguymuş?
Makedonya maçının hayatımda çok özel bir yeri var. Millî Takım'da bir defans oyuncusunun hat-trick yaptığı tek maçtır o… Zaten ilkleri ve tekleri hep ben başardım (gülüyor). O gün bana kısmetti. 3 gol attığımızı konuşuyoruz iyi hoş da o gün 3 tane de gol yemiştik. Ben 3 gol attığım için yırtıyorum aslında.
R.A: Madem efsane pozisyonlardan söz ediyoruz. David Beckham'a değinmeden olmaz… Kadıköy'de oynanan 2004 Avrupa Şampiyonası eleme maçında İngiltere adına Beckham penaltı kaçırınca gerçekten ona ne dediniz? Aranızda nasıl bir diyalog geçti?
Şu anda bakıyorum; yapmasaymışım daha iyiymiş.
R.A: İnternette bir efsane dolaşıyor. Burada sizden doğrusunu öğrenelim. "40 defa atsan, zaten atamayacaktın" diye bağırmışsınız?
Öyle demedim canım. O kadar kibar değildim (gülüyor). Şunu söyleyeyim. Yapılmaması gereken bir olay. Benim maçlarımı teker teker inceleyin. Ben millî maçlarda çok farklı bir havaya bürünürüm. Benim milliyetçilik ruhum çok fazladır. O ay-yıldızlı formayı giydiğim zaman fedai gibi olurum. Beckham'la olan olayımız aslında o maçla bağdaştırılmasın. İnsanlar bilmiyor tabiî ki. Onun da öncesi var. Bir hafta evvel kendisiyle Sunderland'da oynamıştık. Daha önce de bir itişmemiz-kakışmamız olmuştu. O olay esasında baktığın zaman geride olayları da vardı. Ama mesela benim İngiltere Premier Lig'de oynamam; onun da İngiltere'nin en ünlü, en popüler oyuncusu olması, olayı farklı yerlere taşıdı. Esasında bu diyaloglar İngiltere'de çok fazlasıyla oluyor. Hiçbir zaman maç sonuna taşınmıyor. Bizim ülkemizde çok abartılıyor.
R.A: Ama herkes de bu olayı hatırlıyor. Alpay Özalan deyince David Beckham akıllara geliyor.
Hatırlanacak birkaç şey yapmışım demek ki (gülüyor). Böyle yaşanması gerekiyordu, yaşadık. Şu anki aklımla zaten yapmam. O an onu gerektirmiş.
R.A: Bir şehir efsanesi daha var. "Alpay Özalan'ın İngiltere kariyerini bu pozisyon bitirdi" deniyor. Gerçekten öyle mi?
Öyle bir şey yok. Bunu çok net söylüyorum. İngiltere'de oynadığım zaman deplasmanda bir ıslıklanma zaten vardı. Leeds United ile Galatasaray maçında istenmeyen olaylar yaşanmıştı. Türk olduğum için bana bu yüzden tepki gösteriyorlardı. Beckham olayı yaşanınca ıslıklar arttı tabiî. Gazeteler de abarttı. Ama onlar da kendilerine göre milliyetçi insanlar. Kendi taraflarından yazdılar. Konuşuldu, edildi ama ben oradan bu yüzden ayrılmadım. O zaman David O'Leary vardı, hocamız. O olay yaşandıktan sonra İngiltere'ye döndüğüm zaman, "Sana bir hafta Dubai tatili veriyorum" dedi. Beni Dubai'ye tatile gönderdi. Kafamı temizlemem için… Çünkü ne de olsa millî maç oynuyorduk. Burada abartıldığı gibi olmadı. Sorun oldu, ama bu kadar olmadı.
R.A: Peki Beckham'la daha sonra karşılaştınız mı?
Heatrow'da karşılaştık. Gazeteciler bizi bir araya getirdi. Başarılar diledik birbirimize. "Bizim olayımız sahada kalır" gibisinden çok güzel şeyler söyledi. Hâlâ bu konuların bu kadar konuşulması bile saçma. Bizim zamanımızda böyleydi. Şimdi biraz daha iyi tabiî ki.
R.A: Biraz önce Milli Takım'da oynarken kendinizi fedai gibi hissettiğinizi söylemiştiniz. O duyguyu biraz açar mısınız?
Millî Takım her şeyin üzerindedir. Her kulübün üzerindedir. Allah'a şükürler olsun ki ben o gururu yaşadım. Milli maçlar elbette coşkuyla oynanmalı. Yürekten oynanmalı. Hocalarımız tabiî ki gerekli teknik-taktiği anlatıyor ama oyuncular millî formayı giydiği zaman gururla oynamalı. Bu forma herkese nasip olmaz. Ben bu formayı çok fazla giydim. En çok giyen 5 kişiden birisiyim. Bu yüzden delegeyim. Oy kullanma hakkım da var. Farklı bir gurur. Demek ki bazı şeyleri iyi yaptık.
R.A:Sizin oynadığınız dönemde Millî Takım çok iyi bir jenerasyon yakalanmıştı. Bu dönemi yaşamış ve Dünya Üçüncüsü olmuş bir oyuncu olarak; şu anki Millî Takımımıza baktığınızda neler görüyorsunuz? Sizce bu jenerasyonun artıları ve eksileri nelerdir?
Bizim jenerasyona yakın bir jenerasyonun geldiğini görüyorum. Çünkü arkadaşlık üst seviyede. Herkes birbirini sevip, sayıyor. Saha içindeki yardımlaşma son derece iyi durumda. Geriye dönüp baktığım zaman bizim jenerasyonu yakalamaya en yakın jenerasyon şu anki kadro… Zaten başlarındaki hoca da o efsane jenerasyonu yaratan kişi. Bu jenerasyona tabiî ki bazı tohumlar ekti. Bizim jenerasyona yakın en iyi jenerasyon, bu kadro.
R.A: Önümüzdeki Avrupa Şampiyonası'ndan beklentilerinizi soralım?
Biz final takımıyız. Bir şeyi zorladığımız zaman, konsantrasyonumuzu iyi verdiğimiz zaman başarabilecek gücümüz var. Oradaki her maç final havasında geçecek. Bence çok daha başarılı olacağımızı düşünüyorum.
R.A: Bir defans oyuncusu olarak kariyeriniz boyunca hangi defans oyuncularını beğendiniz ya da örnek aldınız?
Bizim oynadığımız dönemlerde efsane Franco Baresi'ler, Paolo Maldini'ler vardı. Gerçi Maldini çok fazla stoper oynamıyordu. Ama defans bilgisi olarak onlar örnek aldığımız insanlardı. Yani benim illa örnek aldığım oyuncu budur demedim. İyi olmak için çalıştım.
R.A: Bugün kimleri beğeniyorsunuz?
Hakan Balta'yı çok beğeniyorum. Devşirme stoper olmasına rağmen çok iyi pozisyon alıyor. Pozisyon bilgisi çok üst seviyede. Oyun konsantrasyonu çok yüksek. Serdar Aziz, Semih çok iyi stoperler. Ersan Gülüm de çok iyi. Ama devamlı kendilerini güncellemeleri gerekiyor.
R.A: Sizi en çok zorlayan rakip forvetler kimlerdi?
Brezilyalı Ronaldo'yu söyleyebilirim. O çok ekstra bir oyuncuydu. Çok akıllıydı. Sanki sahanın içerisinde değilmiş gibi gözükürdü ama her zaman oyunun içindeydi. Çok güçlüydü. Gerçekten onu tutmak için çok fazla konsantre olmuştum.
Unutamadığınız maçlar hangileridir?
Mesela Senegal maçı hayatımda unutamayacağım bir maçtır. Yarı finale kaldığımız maç… İlhan Mansız'ın uzatmalarda altın gol atması… 3 gol attığım Makedonya maçı… Belçika'yı yenip gruptan çıktığımız maç… Çok güzel maçlar oynadık, bunları unutamıyorum.
R.A: Alpay Özalan bu kadar büyük bilgi birikimi ve tecrübesiyle hayatının bundan sonraki kısmında neler yapmak istiyor?
Tabiî ki teknik direktörlük hayalim var. Böyle bir planım var. Çok fazla kursa gitmek, çok fazla yardımcı antrenörlük yapmak tabiî ki çok önemli. Ama bazı şeyleri yaşamak, görmek çok daha önemli diye düşünüyorum ben. Dediğin gibi birçok bilgi birikimim var. Gördüğüm şeyler var. Fatih Hocamdan Mustafa Hocama, Şenol Hocamdan Avrupa'daki hocalarıma kadar birçok önemli isimle çalıştım. Bunlardan çok ufak bir şeyler kapsanız bile Türkiye'de çok rahat iş yaparsınız. Hepsinden öte saha içinde oyuncuyla iletişiminiz iyi olmalı. Çok rahat başaracağıma inanıyorum. Sadece bizlere güvenilmesi lâzım. Yani bazı yöneticilerin cesur olması lâzım diyelim açıkçası…
R.A: Türk futbolcusu ve Türk futbolu sizin döneminizden bu döneme nasıl bir gelişim gösterdi?
Şu anda oyuncuların çok daha üst seviyede olması gerekiyor. Benim beklediğim seviyeden daha alttalar. Sonuçta bu kadar kendinizi güçlendirebilmek için bütün ortam çok iyiyken, sahalar mükemmelken bence beklediğimin biraz daha altında seyrediyor oyuncular…
R.A: Yıldırım Demirören yönetiminin Türk futboluna kazandırdığı Riva Tesisleri hakkında, geçmişten gelen ve her koşulu çok iyi bilen bir futbolcu olarak neler düşünüyorsunuz?
Ben "Avrupa'da oynadım" diyorum. İnanın bana böyle bir tesis Avrupa'da yok. Öncelikle sayın başkanımıza ve devlet büyüklerimize çok teşekkür etmek istiyorum. Sadece A Millî Takım için değil; Türk futbolu adına çok büyük önem taşıyan bir tesis burası. Türk futbolu büyük bir kazanç içerisinde. Başta futbol aşığı olan bir Cumhurbaşkanımız var… Futbol deyince Cumhurbaşkanımız her şeyi durduruyor hayatta. Federasyon Başkanımız bu kadar futbol aşığıyken bundan çok iyi yararlanmamız lâzım diye düşünüyorum. Türkiye'ye devletimiz tarafından 38 stat kazandırılmış. Hâlâ da inşaatlar devam ediyor. Bunu çok iyi bilen biri olarak söylüyorum ki Federasyon Başkanımızın Süper Lig takımlarına ne kadar yardımı varsa inanın bana 3. Lig takımlarına da o kadar yardımı var… Aynı değerde bakıyor. Kulüplerin ve oyuncuların bence bu çok önemli iki kişiden fazla fazla yararlanmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu tesisler başarı açısından önümüzdeki seneler içerisinde futbolumuza çok şey katacaktır. Bunu da hep beraber göreceğiz. Oyuncuların artık kendilerini geliştirmekten başka hiçbir şeye kafa yormamaları gerekiyor. Bir oyuncuyu motive etmek için böyle tesisler en önemli şeydir. Şükür ki Yıldırım Demirören yönetimi bunu başarmış durumda. Yakın zamana çok daha güzel gelişmeler de olacaktır. Bunun çalışmalarını da yapıyor Başkanımız. Hem Federasyon Başkanımıza hem de devlet büyüklerimize teşekkür etmemiz gerekiyor.
R.A:A Millî Takımımız, Avrupa Şampiyonası'na gitmeye hak kazandı ve hepimizi gururlandırdı. Avrupa futboluna baktığınız zaman Fransa'da neler yapabiliriz? Mevcut oyuncuların performanslarını da göz önüne alarak Nasıl bir Türk Millî Takımı bekliyorsunuz?
Rakipler bizim için çok önemli değil. Biz final maçlarını hep başarıyla geçmiş bir ülkeyiz. O formayı giydiğiniz zaman zaten farklı duyguya kapılıyorsunuz. Biz zaten çok duygusal insanlarız. Çok fazla yaşıyoruz bulunduğumuz ortamı. Çok aşırı yaşıyoruz. Oyuncular bunu pozitife dönüştürmek zorunda saha içinde. Oyuncular çok iyi konsantre olduğu zaman şu ekibin dünyada yenemeyeceği takım yok. Yeter ki Millî Takım coşkusuyla oynansın şu maçlar…
R.A: Futbolu bıraktığınız zaman medyada da boy gösterdiniz ve yorumculuk yaptınız. Geçmişten günümüze medya nasıl bir gelişim gösterdi?
Bizim zamanımızda medya çok acımasızdı. Şimdi biz olgunlaştıysak medya da olgunlaştı. Bizim zamanımızda daha tersti. Çok keskin eleştiriler vardı. Acımasız eleştiriler vardı. Şu anda yapıcı eleştiriler var. Bu da oyuncular için çok daha avantajlı bir durum.

No comments:

 
eXTReMe Tracker